Ve bir gün, yalnızca iki dizeden oluşan bir Zen-Budacı özünü (şiiri) altüst etti usunu (aklını) da tinini de (ruhunu da):
“Doruğa varan yolu bulmak istersen eğer,
İnip çıkmakta olan şu adama soruver.”
Bu denli kolaydı ha!
İyi de, ‘inip çıkmakta olan adam’ın doruk saydığı dorukla ‘kendi’ doruğu örtüşecek miydi bakalım?
Sorusunun yanıtıyla, birkaç sayfa sonra karşılaşıverdi:
“Ta başlangıçtan beri, birden çok değildi ki;
Varmış olanların tümü aynı yolu izledi!”
Olası mıydı peki özdeğe (maddeye) tapanlar, gönenceyi (konforu) putlaştıranlar arasında, doruğu erek (hedef) edinen, ta oralara çıkıp da oralardan inmekte olan bir insan bulabilmek?
Bir insan…
Ya ‘insan’ neydi?
Ot bitmez, kervan geçmez, çorak ve çatır çatır çatlamış sonsuz bir boşluğu andırmaktaydı nicedir, onca insan kalabalığının yaşayageldiği uzamlar.
Neydi insan?
“Madendim, bitki oldum. Bitkiydim hayvan oldum. Hayvandım, insan oldum. Olunacak bir şey kalmadığına göre, melekler katında yerimi almaya hazırım artık.” diyen Rûmi, ‘insan’ doğulmadığını, insan ‘olunduğunu’ bir balyoz gibi vurup durmamakta mıydı yediyüzelli yıldır kafalara?
Nasıl ‘insan olacaktı’ öyleyse?
Yûnus, yine bir o denli zamandır, “Işksız adem hayvan olur; hayvan ögüt bilür degül.” sözleriyle, ‘aşk’ı, insan olabilmek için asal koşul saymıyor muydu?
Aşk…
Döndü Yûnus’a yine… Bakmalıydı neler demiş ‘aşk’a, ‘yol’a ilişkin o bilgelikler yumağı:
“Canını ışk yoluna virmeyen âşık mıdur?
Cehdeyleyip (çabalayıp) ol dosta irmeyen âşık mıdur?”
Zaten, can verilesi bir amaç olmasa, neden düşülsündü ki yollara? Ortalama kişilerin gelgeç özlemlerini erek edinmişlerden değilsen eğer, gerek sevdan gerekse dostun Tanrı’dan, Tanrısallık’tan gayrı ne olabilirdi ki?
Nice betik devirdi ‘yol’un imlerini bir iyice belleyebilmek için. Neredeyse on yüzyıl öncesinin gizemcilerinden Ebu Hasan Harakâni’nin şu sözlerini okuduktan sonra, boşladı tanımlarla falan oyalanmayı:
“Bir yol ki korkusuzların ve çılgınların ve esriklerin (sarhoşların) yolu… Ne var ki getirisi sınırsızdır Tanrı’yla olan esrikliğin, deliliğin, korkusuzluğun! Bu yol, dille söylenip de tanımlanabilen, gözle görülebilen, bilgi edinerek açıklanabilen veya örgenlerle (organlarla) varılabilen bir yol değildir. Bu yolda her şey O’nundur. Tin, O’nun buyruğundadır. Orada, Tanrısallık vardır. İşte bu kadar!”
Tamam; belki tanımlanamazdı; ama birkaç veri, birkaç im de mi bulunamazdı yola, yolculuğa ilişkin, doruğa varmış ustaların dizeleri arasında? Bir gün, Celâleddîn-i Rûmi’nin ilk ustası Tirmizli Burhaneddîn’in şu sözleri dikkatini çekti:
“Bu yolda yolculuk, iki türlüdür: Biri, Tanrı’ya doğru yolculuktur, diğeriyse Tanrı’da yolculuk… Tanrı’ya doğru yolculuğun sonuna, ‘ben’liği ve şu alçak dünyayı boşlayarak, kendi kendinden kurtularak varılır. Tanrı’ya ulaştıktan sonraki yolculuksa bitimsizdir.”
Benlik, nefs, ya da ego… Hani, bilge Yûnus’un “Öldürem nefsüm itini; gelmesün; koman; istemem!” diye kargışladığı (lânetlediği) yanımız…
İyi, hoş demişti demesine Yûnus Emre de, benlik ve dünyacıl istençler miydi yolu tıkayan, yolcuyu oyalayan engeller yalnızca? Öyle idiyse, pek de zor sayılmazdı iş. Oysa bir başka özününde – bugünün diliyle yorumlandı mı -, zorlukları şöyle tanımlamaktaydı Türkmen kocası:
“Durağı uzak yolun; bu yola kim varacak?
Zorluğu çok bu hâlin; bunu kim başaracak?
Bu yola azık gerek, yokluk gerek, çok gerek;
Demirden yürek gerek, bu sarp yola girecek.
İnanç zedeleyici, bilin, çoktur bu yolda;
Nefse uydun mu yüzün karası geçmeyecek.
Yetmişbin ikiyüzlü vardır bu yolda; bilin;
Nefs öldürmüş er gerek oncasını kıracak.
İnce Sırât Köprüsü, kolay imiş bu yolda.
Dosta gidene umar, sapmazlığı olacak.
Yûnus, çağrı vaktidir; gel, gidelim yokluğa;
Tanrı yüzünü gözüm, hak ettiyse görecek.”
Varsın uzak ve zor olsundu yol; inanç zedeleyiciler ve ikiyüzlülerle dolu olsundu varsın. Yüce Dost’u aramayı amaç edinmişti bir kez. Her kimi görse, O’nu soruyordu ona. Her nede, nerede bir hoşluk ayrımsasa, hoşluğun O’ndan yansıdığını iyiden iyiye kavrar olmuştu gayrı. Yedi iklime, dört yöne koşturdu durdu bir süre, ta ki öncüler öncüsü Rûmi’nin şu dizeleriyle karşılaşana değin:
“Niçin koşarsın dört yana, erek, gerçekte sen iken?
‘O’ demek, ‘sen’ demek; ama sakın ola sen “Ben!” deme.
“Sen hep “Sen.” de; ‘sen’lik, ‘o’luk şaşkınlıktan gayrı neden?
Yeter ki dürüst baksın göz; sen O olursun, O da sen!”