Doğum tarihimizi bilmek istersiniz demek!
Yerküreye değen ilk yağmurla yaşıtız; kili çamura çeviren en ivecen çiğ ile… Belki onlardan da yaşlı! Sürüp durmakta üstelik doğumlarımız: Güneşe övgüler düzen yaprağıyla her dalın, köklenen her sürgünde – ayrıkotlarında bile – yeniden doğmaktayız. Baştankara kuşlarının esrik şakıyışında, kelebeğine gebe tırtıl kozalarında, ardındaki gömleğe el sallayan yılanla, “Merhaba!” demekteyiz yere, göğe yeniden.
Biçim değiştirmekteyiz yalnızca bir yandan da: Ne doğmaktayız gerçekte, ne büsbütün ölmekte. Ölümü bile bir yanılsama olacak erklerdeniz çünkü biz. O ölüm ki gerçekte yeni doğumlara gebe, O ölüm ki, dinlence!
Doğum yerimizi mi merak etmektesiniz?
Yellerin doğduğu yer doğum yerimiz bizim; Tûbâ Ağacı’nın ve Ankâ’ların… Okyanus dalgalarının göze ilk göründüğü, karaçam polenlerinin toprağa son değdiği yerler doğum yerimiz. Rabb’ın Yalvaç Musa’ya buyruğu sunduğu dağ, Yahuda’nın İsa’yı öperek `sattığı’ bahçe, Mansûr’un küllerini savurdukları nehir doğduğumuz yer bizim.
Her yer ya da hiçbir yer…
Yine de sorarsınız “Andırıya bakışın nicedir?” diye belki; “Hangi akım izdeşi, yandaşıdır şu yoksul?”
Varsın `ben’ sevdalılar – bungunluklarına umar, tinsizliklerine kılıf arayıp durmaktayken
bakış açıları falan türetmeye kalksınlar; şuna buna ilişkin pek kişisel görüşler geğirsinler ortalığa! Bölsün, bölünsün onlar “Akım, makım, -ist, -mist.” diye, “Ben kimim?” sorusuna yanıt bulamadıkça. Ne andırı dert bize, ne akımlar tasamız! Yalnızca bir akarca, bir çavlandır buncağız bilisizlikten doğup aydınlık üst-gerçeğe ağıp gitmekte olan. Her yapıp ettiği, her söyleyip yazdığı, her çizip boyadığı, ardında kalakalan bir kürek çakıl taşı, bir avuç kum tanesi… Andırıcı falan da değilizdir kuşkusuz. O Acunsal Usta’nın çırağıyız belki de, günde yüz yanlış yapıp bin azara çanak tutan. (Daha adımızı bile bütün bütün hak etmedik: Safai, aklık, parlaklık, arınmışlık demekmiş!)
Nerelerde, ne zaman, kaç mı sergi açmışız?
Güldürmeyin adamı; ‘sergi’de olmadığımız ân var mı sanırsınız?