ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 9 –
2 Mart 2001
Yedikleri onca ekonomik ‘darbe’ye karşın hâlâ bu mektupları okumayı sürdürenlere merhaba!
Telefon aracılığıyla öğrendi buncağız, enflâsyonu ‘en’flasyonluktan da çıkarıp, ‘boy’flasyonlaştıran kararını hükümetin. Olan biteni, en kestirme biçimiyle aktarıverdi bir dost:
“Cebindeki yüzbin, yetmişbin oldu.”
“İyii.”
Öyle ya; ‘dostla gelen, düğün bayram’dı ve cebimizde yüzbin lira yoktu ve bir Anadolu deyimiyle ‘ağlayak da gözden mi olak’tı! Ne var ki, Mâlik-i Dinar’ı da anımsamadan edemedik.
Kim mi Mâlik-i Dinar? Doğum tarihi bilinmeyen İ.S. 748 yılında Tanrı’ya yürüyen bir ‘ışk’ eri, bir süzme insan, bir ermiş…
İşte o bilgenin yaşadığı Basra kentinde yangın çıkınca, Mâlik-i Dinar takunyalarını giyip yalnızca asasını alarak yüksek bir tepeden kenti izlemeye başladı. Kent halkından kimileri kaçıyor, kimileri eşyalarını korumaya çabalıyor, kimileri de bir şeylerini kurtarmaya uğraşırken tutuşuyor, yanıyordu.
Bu görünüm karşısında, “Yükü hafifler kurtuldu, ağırlar mahvoldu!” dedi kendi kendine Mâlik.
‘Düşen’leri, ‘azalan’ları, ‘eksilen’leri, siz kentlerdekiler bu yoksuldan daha iyi biliyorsunuzdur nasılsa. O konulara ilişkin ‘yorumlar’ falan getirmek, dağ eteğindeki bu ‘çoban’a düşmez kuşkusuz. Onun bildiği şu ki, bu ‘Türk Lirası’ denen ve güzelim Mustafa Kemal’in – sanki her şeye ve herkese inat olsun diye – gülümsemesini sürdüredurduğu görüntülerini içeren kâğıtların değeri seksen yıldan daha da az bir sürede bir milyon kez küçültüldü de küçültüldü! Emeği geçenlere…
Şimdi de, ‘kalkan’lara, ‘çoğalan’lara, ‘artan’lara değinsin kalemimiz ki, bir de biz karartmayalım yüreklerinizi:
Torunlar, dokuza vardı. Sırada beş kız daha var ve bunlardan ikisinin doğumu da yakın. Torun sayısının ikiye katlama olasılığı çok güçlü ve on dişiden altısının ilk yavrulaması olmasına karşın bu sayıya ulaşıldı. Eğer sağ kalırsak, kızlar sekiz ay sonra yeniden kuzulayacaklar, bu kez katlamalı olarak: Bir yerine iki, iki yerine üçer üçer… Kuzu sayısındaki sınırı öğrenmek isteyenler varsa, Sakız ırkında yedize, Tahirova ırkındaysa beşize tanık olunmuş; duyuralım.
Ergül’le Yaralıcan’ı Kıpırdak izledi. Uğraştırıcı, gerilimli bir süreç sonunda doğan kızın adını Zordan koyduk. Aradan bir gün geçti, bu kez de Sakıngan’ın sancıları başladı. Ağıldan eve çıktığımızda saat 16˚˚’ydı ve biri oğlan, biri kız iki Tahirova kuzucuk, Aydınlık ve Çankuyruk kıvır kıvır tüyleri kurutulduktan sonra, bir karton kutunun içine yatırıldılar.
Ve bir gün sonra, gecenin ikisine değin süren bir doğum daha… Bu kez de İvecen’in ikizleri geldi yeryüzüne. Tahirovalı kızımız, Sakız koçlardan biriyle çiftleşmiş ki, bebeleri Posbıyık ve Piçoz her iki ırkın özelliklerini de taşımakta.
Gerek beş kuzudan üçünün daha ilk-doğumları olması, gerekse annelerin kilolarının fazlalığı zor mu zor bir ‘ebe’lik yaşanmasına gerekçe oluşturdu. Neyse ki Hülya Çocuk buralardaydı da, ilk küme kuzucukların yaşam solumasını alnımızın akıyla sağlayabildik. Bir de, yıllık iznini geçirmek üzere o gelmiş olmasaydı buralara?
Düşünmek bile istemiyor insan.
“Gelecek olanlara mı güvendin de çıktın yola?” diye soracaklara, biz de, bir Sûfî öyküsü daha aktarıveririz efendim:
Habîb-i Acemî – ki önceleri tefecilik yaparak geçinirmiş ve İ.S. 747 yılında Sevgilisi’ne kavuşmuş – bir gün aptes almak için abasını çıkarıp iki yol ayrımına bırakmıştı. O gün, Hasan-ı Basrî (öl: İ.S.728) oradan geçmekteyken abayı görünce, “Bu, Habîb’in olmalı; birileri alıp götürmesin.” diye düşündü ve arkadaşı dönene değin abanın başında bekledi.
Hasan’ı, abasının başında oturmuş bulan Habîb, orada neden beklediğini sordu ona.
“Ey Habîb; bilmez misin ki yol ayrımında bırakılan abaları birileri alıp götürebilir! Aba kimin güvencesinde sanırsın da bırakırsın onu yola?”
Habîb-i Acemî, gülümseyerek şöyle dedi:
“Seni koruyucu olarak şu abanın yanına gönderenin güvencesi altında o!”
İyiden iyiye gösterdi yüzünü kış buralarda geçen hafta. İnsanoğlu ne garip bir yaratık ki, neredeyse her koşula uyum sağlayıverip varlığını sürdürüyor. Nicedir süren kuraklık nedeniyle yamaçlardaki pınarlar cılızlaştığı için, son günlerde, üç gün boyunca fakirhanemize su ulaşmayınca, gerek koyuncuklar, gerekse kendimiz için kar eriterek su sağlama yoluna gittik. Altbaşımızda, köyün içinde de baş gösterdi sıkıntı en sonunda ve su deposunun vanası geceleri kapatılır, gündüzleri açılır oldu. Böylece, sorunu bir ölçüde çözümlediler neyse ki. Sorun karlar eridikten sonra da sürseydi, yarım kilometre uzaktan ve bidonlarla su taşımak zorunda kalacaktık.
Nasıl da dolu dolu ve üretkence geçiyor – geçmiyor, değerleniyor – zaman yalnızsan. Ne olan biteni izlemek için, aptal kutusu karşısında saatler tüketiyor insan böylesi bir yaşamda, ne de şununla, bununla kısır tartışmalara girişerek, ‘zaman’ adı verilen o en değerli boyutundan yitiriyor. Hiç mi hiç savurganlık yok!
Savurganlıktan söz açılınca, “Savurgan Şeytan’ın kardeşidir.” diyen ayet geliyor usuna buncağızın. Bakın, Mevlâna Celâleddîn’in öncüsü, Şems-i Tebrîzî, taa yediyüzelli yıl önce, o ayete gönderme yaptıktan sonra, nasıl bir soru sormuş:
“Ya zamanını boşa harcayanlar?”
Beze dökülme sırasını bekleyen binlerce boyama, Türkçe’ye aktarılacak nice görkemli betik, yazılmak üzere sırasını bekleyen onca öykü, deneme ve özün “Beni de, beni de…” deyip durmaktayken, kendi kendimize, “Günün büyük bir bölümünü koyuncuklarla, kuzucuklarla geçirmek, asal yükümlülüğümüzü yerine getirmemek mi oluyor acaba?” diye sormuyor değiliz. Ne var ki, gören gözü olan köylülere, (eğer varsa öyle birileri) açmazlarından kurtuluş yöntemleri sunmak da bir yükümlülük, duyumsayabilene. Üstelik ileride buralara yerleşmek isteyen, ancak, şu sıralar kentlerde yaşaması gerekli olan dostlarımız var. Onların, gelecekteki geçimlerini sağlayabilmeleri için, şimdiden bir altyapı oluşturmak da buncağıza düşüyor.
Yok mudur oralarda Safai’yi klonlayacak birileri? Ya da, sessizliğin, dinginliğin, üretkenliğin, doğa içreliğin tadını sınamak isteyen, eli boş ve yirmi – altmış yaş arasında bir Ademoğlu, Havvakızı?
Dirlik sizlerle olsun
SAFAİ