ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 6 –
5 Şubat 2001
Doğanın Seyir Defteri isimli özün dosyasından kimi dizelerle “Merhaba” desin buncağız bu hafta da:
yirmisekizocak
boşlamıyor ha deyince
dağlar ak yorganlarını
soğuk kış gecelerinde
üşütüvermemek için
otuzbirocak
hangi anamalcı teres
duyabilir yıldızların
aysız dumansız gecede
yedikiremit oynarken
attıkları çığlıkları
ikişubat
soğuruyor duldalıksız obur odunlar
paylarına düşeni yağan yağmurdan
küle dönüşecek odun
ocaklığın dibinde yarın sabaha kadar
yağmursa çoktan kaçtı bacadan
yağmur bulutta buhar
beşşubat
didinmekte var gücüyle sanki sis
gözden ırak kılmak için gizini
herkesten ve herşeyden
dirliğimizin
dikiş tutmaz makas kesmez tülüyle
bohçasıdır sis bahçenin
ve kerpiç evimizin
altışubat
ışıktan ipler midir inen incecik
misinalar mı sallandırılmış
acundaki o dalgasız denizden
bir yağmur ki
kırılmakta kristaller
dibeğinde tanrı’nın
derken harmanlanıp nurla
saçılmakta tepemizden
Yeter mi?
Özünleri, mektuplar aracılığıyla daha fazla aktarırsak, bakarsınız, adını andığımız dosyayı Mart ayı sonunda betik olarak yayınlayacak arkadaşlar burulur; iyisi mi, tadında bırakalım işi. Bu ayın ortalarında da, ‘Martı Jonathan’dan Yünatanmartı’ya’ isimli romanımız bu kez İyi Adam Yayınevi’nce basılmış olacak bir terslik çıkmazsa. Betiğin ilk basımını yapan yayınevi, ‘yayım’evi işlevini de yürütebilmekten pek mi pek uzaktı; büyük kentlerde yaşayan nice yakın, arkadaş “Özellikle toplatılsaydı, senin kitabı daha kolay bulurduk.” deyip duragelmişlerdi. Bakalım şimdi neler gelecek garibimin başına.
Çok satan bir gazetenin 16 Ocak 2001 tarihli baskısında, bol ahkamlı bir -köşe de değil- sayfa yazarı, bakın neler anlatıyor:
“Bu … ustanın niyeti beni yüz kilo yapmak, kesin.
Tadımlık tadımlık koyuyoruz güya ama ortaya çıkan tabakla üç kişi doyar.
Bir ayvalı yahni yapmış, ilk defa yiyorum. Böyle bir lezzet olmaz.
Ya o beni çatlatan Osmanlı Tatlıları.”
Adamın yazısının tümünü mektuba alacak olsak, bu kez de sizler çatlarsınız! Yazım yanlışları da o ‘ahkamcı’ya ait; ellemedi buncağız. (Bir başka yazısında da ‘grup’ sözcüğünü kullanması gereken yerlerde, ardı ardına ‘gurup’ sözcüğü kullanılmıştı! Her yazısındaki onlarca yanlıştan biriydi; ama göze en çok batanlardandı o bilgisizce kullanım.)
Yukarıda aktarılan türden ziftlenmelerini okuyucularına ballandıra ballandıra anlatıp duragelenler, bir yandan da, ‘yeryüzü küreselleşti’ ya da ‘globalleştik’ deyimini düşürmezler ağızlarından. Böylesi sözde gazetecilere, sözde yazarlara, sıradan bir koyun çobanının bir sorusu olacak izninizle:
“Kardeşim; yeryüzünün küreselleştiğini söyleyen sizler ‘aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya değin’ zıkkımlanırken, o sözünü ettiğiniz kürenin bir yerlerinde, her üçbuçuk saniyede bir, açlıktan bir insanın öldüğünü, öldüğünü, öldüğünü hiç getirmiyor musunuz usunuza ya hu? Bir öğünde, ‘üç kişinin doyacağı’ denli yiyeceği öğütürken, salt kendi ülkenizde bile onbeş milyondan fazla açın mide gurultusuna, kafanızın iki yanına asılı ‘kepçe’lerinizi nasıl kapatabilmektesiniz?”
Gerçi, hiç yararı olacağına inanmıyor bu çoban; ama yine de öyleleri belki etkilenir düşüncesiyle bir Sûfî öyküsü aktarmadan geçemeyecek:
Ebu-Ali Şakik, bir gün İbrahim bin Edhem ile karşılaştı ve sordu:
“Ey İbrahim; geçimini sağlamak için ne yapıyorsun?”
“Elime bir şey geçti mi, Tanrı’ya hoşnutluğumu belirtiyor, geçmedi mi sessizce bekliyorum.”
“Köpeklerin yaptığı da budur;” dedi Şakik; “… onlar da buldular mı kuyruk sallar, bulamadılar mı beklerler!”
“Ya siz ne yapıyorsunuz?” diye sordu İbrahim Edhem.
Ebu-Ali, gülümseyerek, “Elimizde bir şey oldu mu gereksinene veriyor, olmadı mı da sessizce bekliyoruz.” diye yanıtladı soruyu.
“Tanrı tanığımdır ki” dedi Edhem; “… usta sensin.”
(“Ya sen pek mi sütten çıkmış kaşıksın?” diye soracak olursanız, bu yoksulun 1993 yılı Ağustos ayından beri, birkaç zorunlu zıkkımlanış dışında günde bir öğün yediğini, üstelik de, eskisinden daha dinç olduğunu ve o bir öğünü yerken bile, “Açların payını çalmış mı olmaktayız acaba?” diye, bir yandan da kendini sorguladığını söyleriz efendim.)
28 Aralık 2000 tarihli bir başka gazete kesiği daha duruyor buncağızın önünde: “Hiçbir şey bilmiyoruz, her şeyi biliyormuş gibi yaşıyor ve her şeye itiraz ediyoruz; çünkü kim olduğumuzu ‘da’ bilmiyoruz.” diyen birinin bir ekincevi kurduğu anlatılmakta haberde. “Özdekçileşme kirliliğinin kubur kubur aktığı bir zamanda, kendisini ‘gönül adamı’ olarak nitelendiren bir kişi, acep neylesi bir yöneticidir?” sorusu, doğal olarak gelip takılmakta usumuza. Yolları Kemancı Kültür Merkezi’ne düşenler varsa/olursa, bir zahmet aydınlatırlar mı bizi?
Ergül de, bebecikleri de fıstık gibiler. Bebeler on günlükken kuzu yemi yemeye başladılar. Böylece, Ergül’ün sütünden daha çok yararlanır olduk. Bir yandan krema, öte yandan peynir üretmekteyiz karınca kararınca. Diğer kızlar da doğurunca, tenekelerce peynir üretilmiş olacak. Kentlerde, yıllardır, koyun peyniri olduğunu savlayarak satageldikleri, bizlerin de alıp, yiyegeldiği nesnelere, şimdilerde yeni bir isim bulmaya çalışmaktayız bir yandan da. Üç, dört göbektir köylerden uzak yaşamış bir aileden gelinmesi, hiç de engel oluşturmamakta gerek tarımı, gerekse besiciliği hakkıyla becermeye. Yeter ki, istekli ve kararlı davransın kişi, ‘yaptığı iş’ olsun, ‘işi yapan’ olmak yerine…
Doğadan ‘bonsailik ağaç’ devşirmenin tam zamanı şu sıralar. Hevesli birkaç gençle birlikte, zekat keçileri gibi kavruk kalmış, boyları kısa ama yaşları ileri ağaççıkları özenle söküp naylon torbalara, sonra da seraya aktarıyoruz arada sırada. Önümüzdeki bir yıl boyunca, o torbalarda köklenip yeniden dal budak geliştirecekler. Derken, bonsai saksılarına yerleştirilecek, oraları yurt edinecekler.
Bonsai üretiminin bir Uzakdoğu uğraşısı olması hiç de raslantı değil. Bonsailerle çilelere sabırla katlanmayı becerebilen gizemci dervişler, keşişler, bilgeler arasında nice benzerlikler var: İlkin, yetişilen ortamdan ve koşullardan dahası onca türdeşinden ayrılmaya katlanabilmek gerek. En aza inecek ‘kökler’le biyolojik yaşamı sürdürmeyi, en az ‘besin’den en çok yararı sağlamayı becerebilmeli ‘bonsai’ ikinci evrede. Gereksiz tüm dalları ve budakları tek tek kopartılmaktayken, ‘sahib’inin ‘doğru’yu yaptığından kuşku duymaksızın canı tende tutabilmeyi becermek ve onca sızıya, acıya katlanmak gerek. Üstelik o ‘budanışlar’ yaşam boyu sürüp gidecektir; hazırlıklı olmalı. Bütün bunlara direnebilenler, sonuçta ne mi ediniyorlar? ‘Sahip’lerinin kendilerine yönelik olumlu erkleriyle – gübre, su, geniş köklenme alanları yerine salt bununla bile – dipdiri, sapsağlıklı, aydınlık ve ışıltılı birer ‘yetinebiliş simgesi’ne dönüşüyor öyleleri.
Sakın tüm ‘ağaç’lara, birer ‘bonsai olmaları’nı salık verdiğimizi falan sanmayın. Her ‘ağacın’ yaşam biçemi kendine.
Sevgiler
SAFAİ