ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 27 –
30 Ağustos 2002
Merhabalar Efendim;
Gün, “Ağardım, ağaracağım…” demekteyken oturduk başına masanın. Hava biraz daha aydınlanır da çalışma odasına iniverecek olursak, biliyoruz ki yine ertelenecek gerek bu mektup gerekse ağiçi gazetelerinin yazıları.
Bakmayın siz buncağızın “Masa…, çalışma odası…” falan demesine; öyle bolca bağımsız uzamları olan bir ev değil burası: Zeminde yunak ve mutfağın da olduğu bir giriş bölümünden, üç basamakla salona, derken üç basamakla daha, çalışma bölümüne geçiliyor. Kapı? Hak getire; yunağınki dışında güneye ve kuzeye açılan iki giriş kapısı var yalnızca. Salondan, ocaklığı dolanarak çıkan merdiven, yine bir göz uzama yatma-yazma-okuma alanına ulaşıyor. Masamız mı? 30 cm. yüksekliğinde, 50×100 cm. boyutlarında bir tabla işte!
Şu sıralarda, seller, sular gibi nakış, renk, görüntü akıyor acunsal bellekten. Şu sıralar, renklere fırça, nakışlara kalem olma zamanı… Günde on, oniki saatimiz boyama bezleri ve kağıtlarının başında geçmede bugünlerde. İki yılın ardından sergiler açmanın tadını, bir güzel çıkartmak, “yeni şeyler söylemek” gerekiyor duymak isteyenlere. Yazılacaklar işte bundan gecikiyor.
Gerçi, 1 Ekim’de açılacak olan İzmir sergisi dışında, İstanbul, Antalya ve Muğla’da hangi tarihlerde sunulacak boyamalar izleyicilere; belli değil; ama o kentlerde sergi açacağımız, kesin en azından. Ankara’da da bir etkinlik gerçekleşir mi; ancak bu ay sonunda anlaşılacak.
Eylül başında, çiftleştirmeye başlarız gayrı ağıldaki kızları. Bu yıl, biraz daha geç bir tarihte doğum yapsınlar istedik, bakım kolaylığı açısından. Şubat’ta falan başlayacak kuzucukların melemeleri böylece. Hem biz, hem onlar daha rahat bir kuzulama dönemi yaşayacağız.
Dün, iki kuzucuğu Cuma’yla Güzel’i, besiciliğe pek ilgi duyan, kasabadan bir tanıdık satın alıp götürdü. Özenle bakılacaklarını bilmek, üstün nitelikleri olan bir türün daha çok kişice edinilmesine aracılık etmek, onlardan yoksun kalışın üzüncünü bastırıyor doğal olarak.
Satmalardan açılınca söz, usumuza, birkaç hafta önce boyamalarımızı gören bir gencin sorusu geldi:
“Nasıl oluyor da satmaya kıyabiliyorsunuz bunları?”
“Onları…” demiştik; “…diyelim ki iletimizi bir başka uzamda yaşayanlara götürmeleri için aracı olarak değerlendiriyoruz böylece. Alanlar, belki salt yatırım amacıyla ya da yalnızca görsel anlamda hoşlandıklarından ötürü alacaklar bunları; ne var ki çocukları ya da torunlarından biri…”
Olayın sıradışı yanı bu işte: Doğru olsun, yanlış olsun, bir sözü bulunmalı kişinin yarınlara kalacağına inandığı! Kuşkusuz bin ölçülüp bir biçilmeli o söz; kırk elekten geçip, on imbikten çekilmeli! Aldırmamalı üstelik kişi onu söylerken, boyarken kaç kulağa, göze erişebileceğine. İlkeli bir biçimde, imzasını atmakla kalmayıp parmağını da basabilmeli sözünün altına buncağıza göre.
Çocuklar ya da torunları için…
Amma da kıpır kıpır us bugün: Her dize bir kapıya nasıl da kapı aralamakta. Bu kez de, ışık içinde yatası bir dosta, söz ustası bir yazara, Antalya’da boyama sergisini açtığımız Abbas Sayar’a, ta on yıl öncesine gidiverdik işte iki kanat devinimiyle.
Kaleiçi Sanatevi’ndeki onca çabayı, kotarılan onca etkinliği ve buna karşın toplumun cılız ve ’emanet’çesine zayıf ilgisini gözlemleyen o sevgili insan, “Körler mahallesinde ayna satıyorsunuz!” demişti.
Aah sevgili Abbas Amca; körler mahallesinde ayna satmak için, kör olması gerekir satıcının da. Hayır ’satıcılar’ kör değildi; kör değildi ’mahalle’dekiler; onlar, körleri yansılayanlardı! Eğer bilsen ki karşındaki görme engellidir, işitsel örgenini erek edinir, kulağına erişmeye çabalarsın onun. Yok, eğer çevrendekiler gözlerini bilinçlice kapamakta, görmezleri yansılamaktalarsa, ya salıverirsin ucunu ipin, ya da bir gün bir tek ama bir tek kişinin ’satılan’ o ’ayna’yı gereksineceğine olan inancını yitirmeksizin sürdürürsün ’satış’ını:
“Ayna vaar, ayna vaar…”
Bu yamaca yerleşeli, bu durumdan daha da şaşkınlık verici bir olayla karşılaşıyoruz kezlerdir: Birkaç günlüğüne konuk ettiğimiz kimi kişiler burada bulundukları süre boyunca sıradışı bir esenlik yaşıyor, gerçekten de şaşılası tinsel sıçrayışlar gerçekleştiriyorlar da kentlerine döndüler mi ’eski hamam’larının ’eski tas’larına dönüşüveriyorlar yeniden.
Zamanını savurduğuna mı, söze yazık ettiğine mi, kapıyı biraz fazlaca ’aralık’ bıraktığından ötürü kendini yargılamaya başladığına mı hayıflanacaksın; kestiremiyorsun.
Öfkesinin altında bile umut parıldayan dizelerle, Celâleddîn-i Rûmi sesleniyor melekler katından bazıleyin, işte o hayıflanış evrelerimizde:
Koy gitsin, vursun duvara, varsın kırsın kafasını.
Varsın bulansın her yanı, üstü, başı, kan revana.
Gelir geriye nasılsa, ısırarak dudağını;
Anımsatır bir gün bir söz onca dediğini ona.
Onlarca öykü, bir uzun, bir kısa roman, bekleşip durmaktan bıkıp itişir, kakışır oldular belleğimizde. Her ne denli dizginlemeye çabalasak da, umar yok üşüşüyorlar başımıza boş bulunuverdik mi. İyi de; altı saate değin indirdiğimiz şu uyku süresini biraz daha kısaltabilmenin yolunu, yordamını nasıl bulacağız acep?
Yoksa, bir dağ başına (!) mı kaçmalı, daha verimli olabilmek için?
Neyse; haydi eyvallah şimdilik.
SAFAİ