ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 25 –
17 Temmuz 2002
Yazdıklarımızla ilgilenenlere merhaba;
Geceleri, bedeni yalayıveren bir serinlik var buralarda. Gündüzleriyse, insanı, oturup dururken bile terleten bir hava egemen genellikle. Neyse ki ortalık, kıyı kentleri gibi nemli değil de rahatça soluk alınabiliyor!
Domateslerin çiçekleri, meyveye dönüşmeye başladı tek tek. Biberler, ak ak gülümseyen taç yapraklar gizlemede dallarında. Bu yörede yetiştirilmesi ilk kez sınanmakta olan brokolilerdeyse, salt yaprak var şimdilik. Oncağızlar da, sıralarını bekliyor olsalar gerek.
Üç ağiçi (internet) gazetesinde yazıları sürmekte buncağızın. Gazetelerin isimlerini edinip yazılara bir göz atmak isteyenler, mektubumuzun sonunda bulacaklardır adresleri.
Yazageldiklerimizin içine bu mektupları da kattık mı, demek, onbeş günde bir, dört yazı yazmaktayız ki dört günde bir, masa başına oturmak gerekiyor. Kimileyin aksamıyor değil hiçbir şey yapıyor olma durumumuz, özün (şiir) düzüverme hevesimiz, ya da fırça sallama istemimiz; ne var ki anılan yazılar da bir tür sorumluluğun sonucuymuş gibi gelmekte buncağıza, en azından şimdilik.
Demokrasim’e yazdığımız yazılardan birinde mi anmıştık adını Özgür ve Bilge dergisinin?
Yalın yaşamın erdemlerini irdeleyen, tüketim toplumunu sorgulayan bir dergi Özgür ve Bilge. İşte o derginin bu ayki sayısında, buncağızla yapılan bir söyleşiyle dergi yöneticilerinin gönderdiği yayına başlayış bildirgesine ilişkin bir yorumumuz ve yine derginin ek olarak sorup yanıtlanmasını istediği kimi sorulara verilen yanıtlar yer aldı. Hoş, neyi sorguladığını bilenlere özgü sorulardı gönderilenler. Büyük olasılıkla ağ kümemize (veb sitemize) alır o sayfaları da sitemizi düzenlemeyi üstlenen dostlar yakında. Daha dergiyi görmedi buncağız; ancak, İzmir’den arayan bir arkadaş, “Boyamalarından örnekleri basarken, üst üste filan basmışlar onları; önceden uyarmadın mı?” dedi.
Hayır, uyarmamıştık. Kendimiz adına değilse de, boyamalar adına hayıflandık biraz; çünkü grafikerlerin özen göstermesini gerektirecek denli bitmiş ürünlerdi onlar; kestiremedik başlarına böyle bir kaza geleceğini. İnanıyoruz ki sorulara verilen yanıtları kırpmamışlardır ve büyük olasılıkla bir atlama sonucu oluşan bu hatayı, uyardığımızda, düzelteceklerdir.
Hızlı bir değişim mi var ülkedeki dinsayar-aydın kesimde, yoksa buncağıza mı öyle geliyor? Son yıllara değin destekledikleri anamalcı dizgeyi ve tutuculuğa yandaş partileri enine boyuna sorgular mı oldular? Soldaki hantallığa, durağanlığa, parçalanmalara inat, toplumculuk yanlısı bir derleniş içindeler sanki.
Gerçekte her ilkeli yurtseverin, içtenlikli dinsayarın, dahası ulusallıkçı işadamının toplumculuğa (sosyalizme) sıcak bakmaya başlaması gereken günler geldi de geçti bile. Uluslararası sömürü odakları o denli yabanıllaştı öylesine sınır tanımaz oldular ki önü alınmazsa, yiyip yutmadık hiçbir şey koymayacaklar ortalıkta!
Gün, solcuların da bakış açılarını genişletme ve dinsayarlara yakınlaşma günü. Toplumculukla dinsayarlığın örtüşmeyeceğine ilişkin savlar, yalnızca, toplumcularla dinsayarları bir araya getirmeme heveslisi odakların işine yarar. Attilâ İlhan’ın Sultan Galiyef isimli betiğine bir göz atsın o savda olanlar hiç değilse.
Böylesi durumlarda, yıllar önce, oradan, buradan söz ederken, bir köylüyle aramızda geçmiş bir konuşma gelmekte usumuza:
“Keçi, anası ölmüş oğlağı emzirir mi?”
“Emzirmez.”
“Diyelim ki kendi oğlağı ölmüş; o zaman da mı emzirmez?”
“Emzirmez, inatçıdır.”
“Hiç mi yolu yok yani?”
“Var da biraz zahmetlidir. Eğer oğlaksız keçiyle anasız oğlağı aynı ahıra sokup bir de yabandan bir köpek katarsan içeri, o zaman emzirir.”
“…?”
“Köpek bunlara havlayınca, keçi oğlağa sahip çıkar, oğlak keçiye. Birden alışırlar birbirlerine.”
Oğlağı ölmüş keçilere, anasız kalmış oğlaklara döndürdü bizleri yabanıl anamalcılar ve sömürgecilerle işbirliği içindeki politikacılarımız, yöneticilerimiz. Gün, senlik, benlik günü değil, düşünülerin yakınlaşma, düşünülerin emişme günü.
Bağıra bağıra elden gidiyor ülke ya hu! Ta buralardaki bir çobanın bile onuruna dokunuyor olup bitenler. Ya olayların göbeğinde yaşayan sizler nasıl sabrediyorsunuz?
Kentlerden, sözde bizi tanıdığını, bildiğini savlayan kimi kendini bilmezlere göre, Safai tarikatçı olmuşmuş! Gelen giden eş, dost, söz arasında gülerek anıyorlar öylesi sabuklamaları.
Eğer bu kanıda olanlar tarikat sözcüğünü Tanrısal yol anlamında kullanıyorlarsa, haklıdırlar, gerçekten de yolcuyuz biz. Öyle bir tinsel yolun yolcusuyuz ki bu savlarla oyalananların bungunluklarını birkaç binle çarpsanız, buncağızın esenliğinin binde birine eş değerde bir sayı çıkacaktır ortaya. Hangi usu başında kişi yeğlemez ki böylesi bir yolu?
O savlar, büyük olasılıkla kendilerini çağcıl, ilerici ve demokrat sayan birkaç kendini bilmezin sinekli bar köşelerindeki ukalalıklarından gayrı bir şey değil kuşkusuz. Eğer gerçekten kim olduğumuzu bilmek istiyorlarsa, kentlerde açtığımız her boyama sergisiyle birlikte bir de minik söyleşi düzenlemekteyiz; buyururlar, dinlerler. Yazdıklarımızı okurlar ya da. Onca zamanları da yoksa, konuya, Rûmîce bir söylemle açıklık getirmeye çalışalım:
Bir ova ki kafirliğin, Müslümanlığın dışı…
Bir sevdamız vardır bizim işte o geniş ovada.
Bu düzlüğe vardığında, koyar yetkin kişi başı;
Müslümanlığa da yer yok, kafirliğe de orada!
Gizemciliğin (mistisizmin) dinler üstü bir öğreti olduğunu ve sayısız kertede ortak payda taşıdığını nice yazısında anagelmiş birini kendi daracık çerçevelerine yerleştirmeye kalkışanlara ancak gülünmesi, ya da Yunusça bir biçimde,
“Işksızlara verme öğüt; öğüdünü bilir değil;
Işksız insan hayvan olur; hayvan öğüt alır değil!”
denilmesi yeter de artar bile belki!
Buncağıza (her nedense) duyulan ilgiyi, saygıyı, sevgiyi (her nedense) çekemeyenlerin içi içini hâlâ ve sekiz yıldır saklılarda yaşıyor olmamıza karşın yiyip bitiriyor!
O eskiden solcuydu dedikleri Safai’nin politik görüşlerini de dökelim ortaya başı ağrıyacak olanlardan özür dileyerek:
Hiçbir yaşımızda anamalcılığa yandaş olmadık. Toplumculuğun neredeyse modaya dönüştüğü yıllarda, dostlarla söyleşegelirken savunduğumuz bir düşünce vardı: “Kendini çözümleyememişler, öz devrimlerini gerçekleştirememişler hiç ama hiçbir toplumsal düşünü ya da eylemin içtenlikli birer yandaşı olamazlar! Öz devrimlerimi tamamlamadan sizlerle birlikte olmam. Buncağız onları tamamlar da sizler hâlâ bugünkü gibi kalırsanız, yine olmam. Asal ve ilk erek, öz devrimler olsa gerek.”
Nicedir, ağzımızı doldura doldura, bireysel yaşamda ortaklaşımcı, düşünü boyutunda da toplumcu olduğumuzu savlayabiliyoruz gayrı. Ya o dostlar mı? Umulur ki iyidirler; sağlıkları yerindedir.
Çağ yeni bir düşünüye tinsellikçi özdekçilik (spiritualist materyalizm) düşünüsüne, toplumcu gizemcilik (sosyalist mistisizm) öğretisine gebe! Buncağız işte bu düşünüye yandaş, bu öğretiyi yaşam biçemi edinmiş biri. O düşünü ve öğretinin ne ilkiyiz, ne eni, ne de teki! Anılan düşünüyü yaşam biçemi edinmiş; ne var ki belki başka isimlerle anmakta olan kim bilir nice, insan var yeryüzünde. Durum böyleyken, şuralarda kendi hâlimizce yaşamaktayken, hiçbirinizin bizi şu ya da bu sanmasına gerek de gereksinimimiz de yok! Sizler de, buncağız da, her şey de olması gerektiği gibi olup duruyor işte. Buncağızla ilgili yeterli bilgi edinecek denli yakınımızda olanların eleştirilerine sonsuz saygımız, bize saygı, sevgi gösterenleri, “Müridi!” falan diyerek dar çerçeveleri içine almaya kalkışagelenlere de iki çift sözümüz var: O darlık, çapsızlık sizleri yalnızca kısırlaştırır, düşünü kabızlığına götürür, koflaştırır!
Tarikat, mürit, şeyh benzeri yakıştırmaları bir daha anarak sizlerin ve buncağızın zamanını alasımız yok. Tarihe, 2002 Türkiyesi’nden bir not düşelim istedik yalnızca.
Haydi esen kalın.
SAFAİ