ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 20 –
14 Eylül 2001
Yeryüzünün bir yerleri fena halde kanamaktayken birilerinin kuru bir merhabası her ne denli anlamlıysa, öylesine anlamlı bir merhaba buralardan sizlere.
Köyden gelen bir genç, “Amerika’yı bombaladılar.” deyince, ışıldağımızın çakaralmaz radyosunu, akla karayı seçerek çalıştırıp öğrendik ABD’de olan bitenleri. Sayısı hâlâ belirsiz canın acıya, kana, gözyaşına boğulmasının gerçek suçluları acep kimler ola ki?” diye düşünüp duruyoruz o günden beri. Usumuz gerilere doğru gidip geliyor, böylesi canalıcıları kimlerin doğurup beslemiş olabileceğini kestirmeye çalıştıkça.
On yıl öncesi… ABD ve yandaşı ülkeler Irak’ı geceler ve uçaklarca bombalarlarken, bünyesinde aş ve içkievleri de olan bir kurumu, Kaleiçi Sanatevi’ni yönetiyordu Antalya’da buncağız. Savaş boyunca, Sanatevi’ne gelenlerin sayısı parmakla sayılabilecek denli azalmış, neredeyse beşe, ona değin inmişti. Hiç de mertçe olmayan o kıyıma akcamlarında (televizyonlarında) tanıklık etmek için herkes kendini evlerine kapatmıştı günlerce.
Sudan gerekçelerle o savaşın çıkmasına neden olan ülkenin, ABD’nin vatandaşları, buncağız aralarında bir yıl boyunca yaşadığından dolayı pek iyi biliyordu ki sağ yanlarına mısır patlağı paketlerini ve bira şişelerini, sol yanlarına da cips ve hamburgerlerini dizeleyip kutsamış olsalar gerekti aslan pilotlarını.
Oysa Irak kanıyordu fena halde…
Irak’ın yerle bir edilişini geğirti ve gerintilerle izleyen ortalama Amerikalı, Şili’de özgür seçimlerle yönetime getirilmiş bir cumhurbaşkanının, Salvador Allende’nin, kendi ülkesi yönetimi desteğiyle öldürülüşünü de benzer bir soğukkanlılık ve vurdumduymazlıkla izlemişti yıllar önce. ABD’nin maden ve silah tekelleri üç para kazanacak diye nice yiğit tutukevlerinde süründü, nicesi canından oldu o yıllarda.
Neredeyse yüz yıldır birçok Afrika, Güney Amerika, Asya, Orta ve Uzakdoğu ülkesi insanının kanının dökülmesine doğrudan ya da dolaylı olarak gerekçe hazırlamıştı ABD yönetimleri. İzlemişti tüm bunları ortalama Amerikalı kimileyin akcamları aracılığıyla yatak odalarında, kimileyin de kahvaltı masalarındaki gazetelerinden. Serinkanlıca ve yalnızca izlemişti… Ha; bir de, alkışlamıştı işbilir (!) yöneticilerini.
Ortalama Amerikalı’nın orduları, napalmlarla altüst etmişti Vietnam’ı, Laos’u, Kamboçya’yı. O yıllarda da alkışlamıştı generallerini ve başkanlarını. Belki, yalnızca savaş uçaklarından cesetler indiğinde bir ân için, kısacık bir ân için savaşın, cana kıyımın, o korkunç yüzüyle karşılaşmıştı.
Hemen her hoşuna gitmeyen, çıkarlarına hizmet etmeyen devlet adamını canından yoksun koyma tasarıları kurmuştu ortalama Amerikalı’nın Pentagon’undaki subayları. Kimileyin de uygulamışlardı o tasarılarını. Tüm bu olup bitenler karşısında, florürlü diş macunları reklamlarındaki adamları, kadınları yansılarcasına gülümseyip durmuştu hep o. Savaşlar ondan uzaklarda gerçekleşiyordu nasıla.
Daha dün Hiroşima altüst, Nagazaki yerle bir edilmiş, binlerce savunmasız sivil ölmüş, yaralanmıştı ortalama Amerikalı sevinç çığlıkları atarken.
Ne ekmişti Amerikalı’nın yöneticileri babalarının tarlaları sayageldikleri yeryüzüne yüzyıldır; ne, ne, ne? Üretip sattıkları her silahın en azından bir insana yönlendirileceğini, öylece, en azından bir çocuğun öksüz ya da yetim kalacağını umursamış mıydı hiç o yöneticiler?
‘Yarım avuç silah üreticimiz ve pazarlamacımız kazansın kazanabildiğince; en güçlü ve tek karar verici bizler olalım, bizim dışımızdakileriyse hiçleyelim, canlarını, kanlarını, düşünce ve yeğleyişlerini umursamayalım onların.’ anlayışı o ülkelerin insanlarında neylesi duygular yaratagelmişti yıllardır; hiç önemsemişler miydi?
Var mı yeryüzünde kan ekip de sevgi biçmiş bir ulus? Öfke ve kin dikip saygı devşirebilmiş bir ülke var mı yeryüzünde?
Keşke ayrımsayabilsek bir gün, ayrımsayabilsek ki her hangi inançta olursa olsun, ulusların kendi yeğleyişlerini baskı ya da silahla değiştirmeye kalkışmak cinayettir. Her hangi ülkede yaşarsa yaşasın, her hangi düşünüye yandaşlık ederse etsin, her ve her insan birbirinin kardeşi, ablası, ağabeyi, anası ya da atasıdır ve yaşam kutsaldır. İşte bu nedenden ötürü, politikacıların bakış açılarına yandaş da karşı da olsak, Salı günü gerçekleşen yıldırı (terör) eylemini kınamak ve canından edilen binlerce insanı öz kardeşlerimiz sayıp yakınlarının acısını kendi acımız eylemek gerektir.
Artık ortalama Amerikalı’ya da önemli bir görev düşmekte kuşkusuz: Ateşin, düştüğü yeri yaktığını bir iyice ayrımsayıp, yöneticilerini bundan böyle uyarabilmek… Yöneticilerini, yeryüzünün her neresinde yaşarsa yaşasın tüm insanlara saygılı davranmaları için zorlamak… Gayrı, dünya barışını sağlamak üzere kolları sıvamak…
Duvarları, yetmiş santimetre, yani üç tuğla genişliğinde ve kerpiçten örüldü bu evin. Mayıs ayı başında, yunağın (banyonun) doğuya bakan duvarında, yeşil mi yeşil bir ayrıkotu sürgünü, destursuz, merhabasız boy göstermeye başlar oldu! Adamı ilk gördüğümüzde yaşadığımız şaşkınlığı tanımlayabilmenin olanağı yok. Tanrı’m bu ne kararlılık, bu ne inat, bu ne inanç ve yılmazlıktı böyle… Kalın bir duvarı, üstelik de koca bahçe durup dururken, santim, milim aşıp da erek edindiği bir ortama ulaşma kararlılığını nasıl olmuştu da gösterebilmişti bu ot sürgünü? Üstelik girme savaşımı veregeldiği o uzamda onu nelerin beklediğini de umursamamıştı bile! Yaşadığı ortamın koşulları böylesi bir girişimi haklı ya da daha doğrusu zorunlu kılacak zorluklar içermiyordu üstelik; bildik bir doğa parçasıydı işte. Neydi ki o filizi bu kapalı, topraksız, aydınlığı bir bitki için yetersiz bir ortama yönlendiren? Bir ders verme gereği duyuş mu çevresindeki insanoğullarına? Gerçi burası da, dış uzam gibi, onun ve atalarının toprağıydı 94’e değin, milyonlarca yıldır. Birleyip olanca gücünü, direncini, erek edindiği o topraklara ulaşmıştı işte sonunda.
Herhangi bir ev ‘sahib(!)’i, kuşkusuz, önce o sürgünü kırar, sonra, sürgünün bahçedeki gövdesini bulup oraya bir bardak dolusu otla savaşım zehiri döker, derken, kökün geliştiği yeri bir güzel betonlardı böylesi bir durumda. Ne var ki hiçbirini yapamadı buncağız. Biz, nice filizlere ve Filizler’e, “Haydi, devinin, sıçrayın, çiçek açın gayrı, meyve verin.” deyip duran değil miydik?
Her gün saygıyla selamlıyoruz, sarararak da olsa boylanıp duran o ayrıkotunu. Bir de, buraya geldiler mi buncağızdan yaşama ilişkin gizler öğrenmek isteyenlere o filizi gösterip “Şu ot denli kararlı olun, yeter.” diyoruz.
Önceki mektuplarımızdan birinde sözünü ettiğimiz Üçüncügöz dergisi, adına gerçekten de uygun, yalnızca düşünü yazılarıyla bezeli bir süreli yayın olma yolundaki hazırlıklarını bitirmek üzereymiş; bilgisi buralara değin ulaştı. Ülkenin ekinç ve düşünü yaşamı açısından nasıl da sevindirici bir gelişim bu! İyi ki atmışız Güler Kardeş’e o ‘Zen tokadı’nı. Her hangi konu ve alanda olursa olsun susmak yanlışa, yanılışa, eksiğe ve ‘eksi’ye ortaklık etmek değil midir gerçekte? Gayrı görev bizlere düşecek: “Üçüncügöz’ü yazılarımızla ve sürdürümcüler (aboneler) sağlayarak diri ve açık tutmak için çabalarsak, kazançlı çıkacak, yine bizler olacağız. Şu sıralar, bizi bize getirecek ürünlere öylesine gereksinimimiz var ki!
Gayrı eyvallah herkese. Koyuncukların, kuzucukların akşam gezintisi zamanı geldi.
SAFAİ