ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 18 –
7 Ağustos 2001
Esenliktepe’nin akşam esintileriyle serinleyen kerpiç damımızdan merhaba.
Yedi yıldır buralarda buncağız ve bunca zamandır hiç bu denli kurak bir yaz görmedik; kavruluyor neredeyse gökyüzü de toprak da! Serçelerin gagaları, iki karış açık gün boyu. Arılar aşlık aramayı çoktandır boşlayıp, bahçedeki teknenin çevresine sıralanmayı iş edindi akşamlara değin; doymak bilmeksizin emip durmaktalar ılık su taneciklerini. Geçen yıl kirazlar arasında şen, şakrak gelişmiş olan yoncaların bu yılki çığlıkları yürek dağlıyor. Yamaçlardaki çamlar, sıcaktan dolayı kibrit gibi oldu; birileri izmarit falan atmıyor iyi ki; cehenneme döner buralar bir ânda. Köye inen su, bizim buraya sabah yarım, akşam çeyrek saat uğruyor, en tepede olmamızdan ötürü. Hiç değilse kirazlara, koyuncuklara, birkaç yüz metrekare yer tutan sebzelere yeterli geliyor bu da şimdilik.
Nasıl da diriliverecek her şey yağmurlar bir başlasa yeniden…
Geçenlerde, Aksiyon dergisinden söyleşi önerisi… Güvence istiyor buncağız verilecek yanıtların hiç kırpılmaksızın ve değiştirilmeksizin yayınlanacağı konusunda. Olurlanıyor ve sözlerinde de duruyorlar. Birkaç kez dilimiz yandı; söylediklerimizle uzaktan yakından ilişkisi olmayan sözde yanıtlarımızı, kimi basın organlarında okudukça, hop oturup, hop kalkmaktan gayrı bir şey gelmedi elden. Kimi dergi, gazete çalışanları, hiç değilse dürüstçe söylüyor güvence veremeyeceklerini; “Ben değiştirmem de, sayfa yönetmeni…” falan diyorlar; hoş karşılıyoruz.
Çarpıtılmaktansa yer almamak yeğdir sanımızca.
Pek mi pek özenle hazırlanmış bir fotoğraf dergisiyle geliyor nicedir tanıdığımız bir dost yirmi gün önce: Geniş Açı. Geliyor da, dergide yayınlanması amacıyla yanıtlanmasını istediği bir öbek soruyu sürüyor önümüze. Ta yetmişli yıllara değin alıp götürüyor buncağızı o sorular; fotoğraf aygıtını ilk kez avuçlarımız arasında tuttuğumuz, kızıl ışıklı karanlık odaların gizemiyle ilk kez tanıştığımız, saniyelerin değerini ilk kez ve yaşaya yaşaya ayrımsadığımız yıllara… Ne böylesi nitelikli dergiler vardı o zamanlar, ne de çıraklığına durabileceğimiz bir fotoğraf ustası, yaşadığımız kentte. Hep sınama yanılmalar ve sezgilere güveniş… (Onlara da güvenmeyecek olsaydık, boşlamak gerekirdi zaten böylesi uğraşıları.)
Söz, yayınlardan açılmıştı ya; bir başka gelişimi daha aktaralım sizlere: İstanbul’dan bir arkadaşın ilettiği Üçüncügöz isimli dergi için aylık yazılar üretmemiz isteğini, “İlk yazıda dergiyi eleştirmemize hoş bakabileceklerse, neden olmasın?” diye yanıtlıyoruz. Anılan derginin başlığı altında bir de not var: Holistik yaşam dergisi… Türkçe’ye ite kaka sokuşturulmaya çalışılan bir başka sözcük daha işte! “Sözcüğün İngilizce’deki kökü ne ola ki?” diye düşünüyor buncağız; whole+istic mi; holy+istic mi acep sözcükteki kök ve ek birleşimi?
İngilizce-Türkçe bir sözlükte, ‘Holistic’ sözcüğünün, ‘bütünsellik, tümlük ilkesine dayalı’ anlamına geldiği yazılmış.
Şimdi, Türkçe anlamından İngilizce sözcüğe varma gibi ters bir yöntem izleyelim: “Bütünsellik, tümlük ilkesine dayalı anlamına gelmesi gereken İngilizce bir sözcük türet.” denilse, az çok bu dili bilen birinin yanıtı, ‘whole+istic = wholistic.” olurdu. Oysa, anılan o sözlükte böylesi bir sözcük yer almıyor. “İlk harf, sözcük türetilirken düşmüştür.” mü diyeceksiniz? İngilizce’de baş harfi düşürerek sözcük türetildiğine, buncağız tanık olmadı hiç.
Bu durumda, usa ikinci seçenek geliyor: Holy+istic = Holistic… Peki, anlamı ne ‘Holy’ sözcüğünün? Kutsal, dinsel, saf, kutsanmış… ‘Kutsal’ sözcüğü, hem ‘dinsel saygı uyandıran’ demeye gelmekteymiş, hem de ‘bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken’ demeye. Bu ikinci anlam, ‘vahdet-i vücut’ kavramına tam da denk düşmekte. ‘Kutsamak’ sözcüğüyse, ‘kutsal bilmek, kutsallaştırmak’ demeye gelmekte. Karşı bir görüş türeten birileri olmadığı sürece, o anılan ‘holistic’ sözcüğüne karşılık olarak, ‘kutsa+m+sal’ = kutsamsal’ sözcüğünü önerip kullanacak buncağız.
Kutsamsal yaşam: Hem kutsal bilinmesi ve dolayısıyla da saygı duyulması, hem de bozulmaması, karşı durulmaması, dengesinin kollanıp gözetilmesi gereken bir bütün olarak algılayabilmek yaşamı ve evreni… Birey? Onun da, işte o bütün ve kutluluğun bir parçası olduğunu ayrımsamak.
Hanımkız, şu Siyamlı çocuk, ’95 başından beri buncağızla birlikte yaşıyor buralarda. Altı yaşını bitirdi bitirecek demek ki. İkibuçuk ay önce, dört tane bebecik birden doğurdu Hanımkız. Geçen yıl yavrulamamış, önceki yılsa bir oğlu olmuştu oncağızımın. Bu yılki iki simsiyah, bir siyah-beyaz, bir de sarı-beyaz bebelerin tümünü toplasan, ancak birbuçuk yavru ederdi doğduklarında.
İki kara yavrudan biri ince, uzun bir biçim alır oldu büyüdükçe. ‘Marsık’ koydu adını buncağız da. En çalçeneleri, siyahların dişisi, ‘Şarlatan’ ismini hak ediverdi pek de çabalamaksızın. Belirgin bir kişiliği olmayan siyahlı beyazlı oğlan çocuğuna ‘BJK’yi uygun bulduk. Aklı sarılı kızcağızsa, o sürmeli yeşil-mavi gözleri, nazlı salınışları, kırılganlığıyla, söke söke aldı dilimizden ‘Prenses’ adını.
Gerçi şaşırmadı değil erkek Siyam kedimiz, yavruların kendisine pek de benzememesine; ama alıştı gitti zamanla bu duruma.
İnsan yazgısına boyun eğer de, hayvan eğmez mi sanki?
Bir can geldi buralara buncağızı ağ kümemizden (veb sitemizden) tanımış olan; geldi ve bir hafta boyunca buraları yaşadı… ‘Buraları’ değil de ‘buralarda’ yaşamış olsaydı, “Onca yolu aşmasına değdi mi?” sorusuna olumlu bir yanıt vermekte zorlanırdık gittiği zaman. ‘Kendi’sini tanımaya durdu gelir gelmez; üst-gerçeğin kıpır kıpır pırıltılarıyla kamaştı gözceğizleri. Dahası, aşkınlaşmalara, Tanrısal’laşmaya engel olan her ne varsa, işte ona bile tanıklık etti bir hafta içinde. Can gözleri açıldı açılacaklara minicik bir hız veriliverdi mi, dorukları nasıl da kolayca erek edindiklerini bir kez daha gördü buncağız o canın yardımıyla.
Bir can geldi buralara; geldi de giderken kaldı oda oda, kaldı sıva sıva, kaldı ahşap ahşap, tin tin buralarda. Kendi evrimini tamamlamak üzere hoşça gitti bir yarısını buralarda bırakarak, bir yarımızı alıp götürerek.
Açık yolu onun da herkes gibi, kendisi tıkamadıkça.
Serpilip duruyor kuzucuklar gün be gün. Kırçıllı’dan, en son yavruyu doğuran anneden gayrı sağılan yok aralarında. Yeniden çiftleşmek üzere güç topluyor anneler şimdilerde.
Reha’nın, koçların en yaşlısının eklemlerinde – ta buraya geldiğinden beri – olan romatizmayı neredeyse bir yıldır sağaltmaya çalışıyorduk. Üç veteriner arkadaş, tek tek ilgilendi oncağızla sayrılığı alt edebilmek için. Ne var ki, ön bacaklarını bükememesi günden güne arttı da arttı. Yattı mı kalkamaz, kalktı mı da ancak devrilerek yatabilir olmuştu.
“İyileşmez; sat bir kasaba.” dediler; aylarca olmazlandık. “Kes de kurtulsun.” dediler, iyileşeceği umudunu atamadık yüreğimizden, kıyamadık, kesemedik son âna değin. Gide gide, yem de, ot da yemez, yerinden kalkmaz oldu. Önüne götürdüğümüz suya bile yüz vermedi bir gün. “Bıktın mı canından?” dedik; başını salladı sanki. Acısına son verebilmek için, sonunda çağırdığımız kasap canı bedenden kurtarırken, bağlamadı bile ayaklarını Reha’nın; “İki saatlik ömrü kalmışmış.” dedi.
Geldiği yere döndü Rehacık; o gün, yanında onu seven beş kişi birden el salladı iyi huylu tinine.
Bir Fuat Kardeş vardır kentlerde yaşadığımız yıllarda, doksan başlarında tanışmış olduğumuz. İşte ondan, dolu ve hoş bir ileti aldık geçenlerde. Aşağıya o iletiyi ekledik.
Haydi hoşça gidin.
SAFAİ
sevgili safai,
hani şu sweet home, my sweet home derler ya yabancılar evlerinden konu açılınca senin özgün evindeki yumruksu yüzeyler bana kuş kafalarını anımsattı.
bir zamanlar şah kafasını düşünen hayyam gibi. bunlarda mı nerden çıktı ?
hayyamın şu dörtlüğünün yarattığı düşünce dalgalanmasından:
İnsan bastığı toprağı hor görmemeli;
Kim bilir hangi güzeldir, hangi sevgili.
Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç ?
Ya bir şah kafasıdır, ya bir vezir eli!
sevgiler
Fuat
14 temmuz 2001
antalya