Söyleşi
Nilüfer Ünver Özyanık
Sıradışı Ressam Safai ile Yaşam Üzerine Uzun bir Söyleşi
Geçtiğimiz ay, Konak Kültürevi’nde ‘Son- Kişotlar, Cardınlar ve Albino-Serçeler’ adlı bir sergi açan ressam Safai’ye, genç arkadaşımız Sevgi Mutlu ile birlikte pek çok soru sorduk ve bu gerçekten uzun söyleşimiz boyunca ilginç cevaplar aldık. Hatta o kadar uzun ve derin konulara değindik ki tamamı bu derginin sayfalarına sığmadı. Söyleşi sonrası, kütüphanemdeki felsefe kitaplarına, bazı konuları yeniden okumak için başvurdum. Ressam Safai ile söyleşmeye, serginin açılış akşamı da devam ettim diyebilirim. Çünkü mimar, ressam ve aynı zamanda, kendi deyimiyle ‘çoban’ bir sanatçıyla, ne de olsa ilk kez karşılaşıyordum. Söyleşimiz boyunca, daha önce hakkında basında çıkan yazıların bende yarattığı önyargılar da ortadan kalkmaya başladı diyebilirim.
Bir sanatçıya, başkalarının bakış açısından bakmakla, insanın kendi bakış açısından bakması çok farklı.
Safai, bir de kendine has bir teknik, keçe üzerine akrilik boyama tekniği geliştirmiş olan, oldukça üretken bir sanatçı. Son onbir yılda 35 kişisel sergi açmış olması, bunun bir kanıtı. Kendine özgü felsefesinin temelinde, Platon, Yûnus, Mevlâna, ve Zen Budizm’in yattığını söyleyen, gene kendi deyimiyle, doğanın ta kendisine odaklanan bir gizemci o.
Safai’nin, tıpkı ‘boyamalarında’ da olduğu gibi, anlatacak pek çok şeyi var; ama gene de yaşadığı köyün adını ve tam nerede olduğunu bir türlü öğrenemiyoruz. İnsanın, yalnız olduğunda, üreticiliğinin arttığını söyleyen ressam-çobana hak vermemek elde değil. ”Hızla gelişen teknoloji ve tüketim toplumunun dayatmaları ile, kalabalıklar arasında bile ve çoğu kez yalnız değil miyiz gerçekte?” diye sormadan da edemiyor insan. Ama sorun, dönüp dolaşıp yaratmaya geldiğinde, şehirlerin keşmekeşinde, bir şeye yoğunlaşmak ve gerçekten iyi bir şeyler yaratabilmek zor gibi gözüküyor.
Basının size olan ilgisini nasıl yoruyorsunuz?
Dağ başında yaşayan birisi için, hiç fena değil. Çoğu sanatçıdan daha fazla ilgi gösteriliyor.
Bunu, neye bağlıyorsunuz?
Basın,özgün kişiler arıyor sanırız. Bu ilgi, ondan herhalde.
Farklı bir şeyler yaptığınıza inanıyor musunuz?
Farktan kasıt ortalama kişilerin yapageldikleri ise… Mimar iken çobanlığa kalkışan pek birileri yok. İlk fark bu herhalde.
Kendinizden biraz bahseder misiniz?
Kırk yaşına kadar kentlerdeydik. Kısa bir dönem Konya’da, daha sonra da Antalya’da mimarlık yaptık, fotoğraf sanatıyla haşır neşir olduk. Antalya’da bulunduğumuz yıllarda, Antalya Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’nin kuruculuğun, iki yıl boyunca da Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı üstlendik. Fotoğraf Dernekleri Ortak Çalışma Grubu’nda görevler aldık. Fotoğrafla, çok yoğun olarak ilgileniyorduk. Ağırlık, siyah-beyaz baskı ve saydam üzerineydi. Siyah-beyaz baskı dalında, fotoğraf yarışmalarından birinde birincilik ödülümüz falan var.
Bir sananateviniz varken, kısa sürede, neden inzivaya çekilmeye karar verdiniz?
Pek kısa bir sürede de değil. ”Haydi git!” diyen birileri olsa da gitsek diye fırsat kolluyorduk. Sonra, o sanatevi, tüm arşivimizle falan kundaklandı bir gece.
Peki, Konya’dan Antalya’ya gitmeniz bir kaçış mıydı?
Yok, hayır; mimarlık yapıyorduk, mobilya üreticiliği yapıyorduk. Çok özgün bir malzemenin, Werzalit adında bir şeyin Antalya bayii yoktu. Bayilik alıp para kazanırız diye düşündük. Bildiğiniz tüccar kafasıyla verilmiş bir karardı sonuçta. 1984’lerde, Antalya böyle bir Antalya değildi ki! Biz de, ille Antalya olsun sevdasına düşmemiştik.
Sonrası nasıl gelişti?
Bir süre sonra, bir de bir sanatevi kurduk. O yıllarda, Antalya’da böylesi belediyeler yoktu ki; her şeyi biz üstlenmek zorunda kalmıştık. Üç yıl boyunca, sanat etkinlikleri kotardık. Kültür Bakanlığı’ndan yetkililerin söylediğine göre, ‘gerek o kente, gerekse bu ülkeye lüks olan şeyler üretmişmişiz’ meğer Kaleiçi Sanatevi’nde! Ciddi bir belediyenin kotarabileceği şeyler, imza günleri. söyleşiler, açıkoturumlar, atölye çalışmaları, sergiler gibi her türlü etkinliği ikibuçuk yıl boyunca sürdürdük. Sonra bir gece kundaklayıverdiler. Belgeliklerimiz yani aşivlerimiz, koleksiyonumuz, sergilenmekte olan tablolar…Değerli çoğu birikimimiz, orada yandı. Sonra, oturduğumuz evi sel bastı; kalanlar da orada hamur, çamur oldu…
Kısaca, doksanların ortalarına kadar Antalya’daydınız.
Doksaniki yılı, Aralık ayına dek, usu başında bir işadamıydık. Dört işyeri olan, dernek yönetim kurullarında başkanlık falan yapan, çevre örgütlenmelerinde yer alan, çıkıntı bir kişiydik.
Bayağı sosyal bir yaşamınız varmış. Böyle bir yaşam sürerken, sizi kentlerden uzaklaştıran neydi?
Tek bir somut olay değildi ki. Sanatevi, bizim son yükümlülüğümüzdü. Kendimizi, topluma karşı, aydın olmanın faturasını ödemekle yükümlü saymaktan ötürü kotardığımız bir uzamdı Sanatevi. Antalya’da ilk ve tek kurumdu, böylesine çeşitli kültür, sanat etkinlikleri gerçekleştiren. Bizden sonra, benzer bollukta etkinlik kotaran bir kurum da oluşturulmadı zaten.
Sizce kimler yaktı?
Biz nereden bilelim? Bunu bilmek bizim işimiz değil. Kaleiçi’ndeydi; kafe-barı falan da vardı… Somut bir şey söylemek olanaklı değil.
O kadar da turistin geldiği bir yer…
O yıllarda, o denli medyatik ve turist çeken bir yer değildi Kaleiçi.
O zaman, basında yankı bulmuş muydu bu olay?
TRT’nin Ana Haber Bülteni’nde, ikinci haberdi Sanatevi’nin kundaklanması. Ciddiye aldıkları bir kurumduk; çünkü her etkinliğimiz, salt yerel basında değil, neredeyse hep ulusal basında yer alıyordu. Öyle bir şeydi…
Sonra, küstünüz mü?
Küsülür mü? Kime küseceksin? Sen, sana küsebilir misin? Nazım Usta’nın bir sözü vardır; onun ”Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum.” demesi hesabı, biz, artık üretmek istiyorduk. Yirmiyedi ay boyunca, bir sürü boyarın, yani ressamın, yazarın, sanatçının ürününü sun, sun, sun… ”Artık yeter!” dedik. ”Artık, kıyıya, köşeye çekilip kendimizin üretmesi zamanı geldi.” dedik. ”Kendimizle hesaplamaları tüketip kendi içimize doğru yolculuğa çıkma zamanı.” dedik 1994 Ağustosu’nda… 93’te, bayağı bir ülke gezdik; yerleşecek ülke aradık… En sonunda, Makedonya’da çok güzel olaylar yaşadık. Orada, Kriva-Palanka adında bir ilçede bir manastır var, dağın başının başında. Bir hafta, tek başımıza kaldık. Manastırı, en yakınındaki ilçenin kültür müdürlüğüne devretmişler. Her yıl, bir ay boyunca, anılan Kültür Müdürlüğü o ilçeye, dünyanın farklı ülkelerinden sanatçılar davet ediyor. O manastırı da konukevi olarak kullanıyorlar. Bir ay boyunca, boyarlar boyama, yontarlar yani heykeltraşlar yontu yapıyor, güzel güzel. Sonra o ürünler, gerek Üsküp’te, gerekse ilçenin Kültür Merkezi’nde sergileniyor. Her sanatçı, ülkesine dönmeden, bir yapıtını da oraya armağan ediyor. Öyle güzel bir düzen kurmuşlar ki… Biz, sonbaharda gitmiştik. ”Gel, şurada kal.” dedi Kültür Merkezi Müdürü. Manastır, ilçenin iyice yamacında; çıktın mı inemiyorsun. Bir hafta boyunca orada kaldık. içimizdeki o hesaplaşmalar evresinde… Ülke değiştirmek değilmiş meğer önemli olan; kişinin kendisiyle yalnız kalabilmesiymiş. Bu olay, ciddi bir ışık oldu bize. Sonra, yerleşecek bir köy aramaya başladık. Soyumuzca Alevi yok; ama Aleviler, Bektaşiler, şu kirlenmeden, kendi paylarına düşeni almamıişlardır sanısıyla ille bir Alevi, Bektaşi köyü olsun istedik. Sonra, Burdur yörelerinde bir köy bulduk. Kerpiç kestik, evimizi yaptık bunlarla. Şimdi, orada oturuyoruz. Burdur, Denizli, Antalya üçgeni arasında bir orman köyüne yakın.
Köyün ismi nedir; gerçek ismi?
Anımsamıyoruz.
Daha önceki söyleşilerinizde, iki isim vermişsiniz köyden bahsederken.
Seksen tane isim veririz; ne bakıyorsun onlara!
En çok kullandığınız isim hangisi?
Aslıyok.
Neden Aslıyok?
Söylememek için bir şeyi, ”Aslıyok…” derler de ondan Aslıyok.
”Ben…” diyemiyorsunuz.
Yok, diyemiyoruz. Bu, boyamalarımızda bile böyle. Parmak basıyor, onu da öyle geçiştiriyoruz.
Evet, benim de dikkatimi çekti; adınız yok… Tabii adınızı yazmak bile, ‘ben’ kimliğinizi ortaya koyduğu için… Ama herkesin kendine özgü olan ve değişmeyen bir parmak izi var resimlerde. O da bir ben değil mi?
O parmak izini oluşturmak için, kendimizin bir çabası söz konusu değil; doğuştan gelen bir şey. Boyamalara parmak basıyoruz çünkü eşek yüküyle para veriyorlar. Kimin yaptığı belli olmazsa o kadar para verilir mi?
Neden ”Boyama” diyorsunuz?
Arapçasını mı kullanalım? İlle, ”Resim…” mi diyelim? Daha hoşuna gidiyorsa, peki; ”Resim…” diyelim bakalım.
Peki; lağım faresi anlamına gelen ‘cardın’ sözcüğü var. Sergi bildirgesinde geçiyor ve eserlerinizde o fareleri görüyoruz. Bunu, Türkçe sözlükte bulamadım. Sizin yarattığınız bir sözcük mü o?
Hayır; İskenderun yöresinde, halkın kullandığı bir sözcük.
İnternetteki yazılarda, pek çok gazeteci, yaşantınıza bakarak sizi bir Son-Kişot olarak tanımlamış. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir şey düşünmüyoruz. Biz, hak bildiğimiz, doğru, güzel bildiğimizi yapagelen biriyiz.
Siz mi koydunuz bu adı kendinize?
Yok, hayır; boyamalarımızdaki simgelerden biridir o.
Sanki sizi Don-Kişot’la özdeşleştirmişler. Siz, kendinizi böyle mi görüyorsunuz?
Yoo; kendimizi bir şeylerle tanımladığımız yok. Şeyh Bedreddin’e adını sorarlar da ”Hâlimizce, yani olabildiğimizce, becerebildiğimizce Bedreddin’iz.” der. Safai, üstlenilmesi yeterince zor bir isim. Farsça… Anamızın, babamızın bize verdiği isim bu. ‘Aklık, paklık, arınmışlık’ demekmiş. Biz, yalnızca ve hâlimizce Safai’yiz kardeşim.
Neden Son-Kişot?
Don-Kişot, Cervantes’in türettiği bir kahraman; Son- Kişot da Safai’nin… Son-Kişot, daha ilkeli biri. Cervantes, dönemin kontlarına yalakalık edebilmek için, romanın sonuna doğru garibim Don-Kişot’a ”Tüm o yaptıklarımdan tiksiniyorum.” dedirtir; öyle bir or…luk eder; çünkü altın falan ummaktadır kontlardan! Çok erdemli bir adam değildir yani Cervantes. O kontlara yazdığı mektupların örnekleri, çevirileri, Türkçe çevirisinin başında var.
Felsefe olarak size yakın mı Don-Kişot?
Yakın mı; söyleyelim: İlkeli savaşlara, hak bildiği doğrultuda bir yandaşlığı vardır Don-Kişot’un. Herkesin engel olma çabasına karşın hiç yılmamacasına sürdüregeldiği bir yaşam biçemi vardır. Kimse durduramaz adamı. Çıkarları değildir Don-Kişot’un, uğruna savaşageldiği. Savaş, erdemli olabilmeklik savaşıdır. Değirmenler, insan öğüten dizgeleri yani sistemleri çağrıştırır. Ya da koyunlar, kuzu sürüleri, hep tek tip düşünen insanı çağrıştıran simgelerdir. Cervantes, ”Yaptıklarımdan tiksiniyorım.” dedirterek, kirletmiştir Don-Kişot’u. Oradan yola çıkarak, o Don-Kişot’u, Son-Kişot’laştırdık. Son-Kişot, ölürken falan, ”Yaptıklarımdan tiksiniyorum.” demeyecek. Yapageldikleri işlerin altına, hep parmak basan insanlardan söz ediyoruz, ”Son-Kişotlar Son-suzdur.” diyerek. Anlatabildik mi?
Evet. Yoksa, bire bir kendinizle ilgili değil…Hakkınızda yazılanlardan, öyle bir sonuç çıkıyor.
O yazıları biz yazmadık ki.
Başkaları tarafından, bir kişi için kaleme alınan yazıları okuyunca etkilenmemek, elde değil tabii. O yüzden soruyoruz size ”Gerçekten kendinizi böyle mi tanımlıyorsunuz?” diye.
Hiçbir şeyle tanımlamıyoruz; çobanlık yapıyoruz. Kırkbeş koyunumuz var. Senin koyunun var mı?
Yok.
Çatla!
Ama ben de bahçede kuş besliyorum. Peki, komşularınız var mı?
Var tabii canım; en yakını 400 metre uzakta. Görüşüyoruz; ama kırk yılda bir. Derdi olan, geliyor… Koyunu sayrılanan geliyor.
Peki, insanlarla yüzyüze konuşmamak, sosyalleşememek, sizi bunaltmıyor mu?
Yoo, niye bunaltsın? Televizyonumuz yok; ama bilgisayar ve internet olanağımız var. İlle vır vır etmek mi gerekiyor? Yazarak da söyleşirsin.
Son-Kişot’a geri dönersek; lağım fareleriyle olan savaşı, devam ediyor. Dünyada da var olan o savaş devam ediyor.
Marks, ”Tarihte ne olmuşsa, zaten öyle olması gerektiği için olmuştur.” der. Bu söz, tarihte her ne olacaksa, zaten olması gerektiği için olacaktır anlamına da gelir. Bunu değiştirme şansımız, hakkımız var mı? Var kardeşim; erek edinmek önemli: ama ”İnsanlık ne olacak?” diye soruyorlar bize. Sen ne olacaksan, insanlık da o olacak… Önemli olan, bir erek edinmek. Birey olarak, kişi olarak arınabilmeli insan. Birey, gen; toplumsa organizma. Gen sağlıklı olduğu, gen arındığı sürece, toplum denen organizma da sağlığına kavuşacaktır. Kendimizi değiştirebilme olanağı söz konusu; ama kalabalıkları değiştirebilme olanağı var mı? Yok. Bir şeyler sunma olanağı var; ama onları gerektiğince ve yeterince doğruya, iyiye, güzele doğru yani senin bildiğin güzele, iyiye doğru yönlendirebilme olanağın var mı? Yok.
Ama bunu tarihte yapabilenler var.
Yapmaya kalkışanlar var.
Biraz kaderci olmuyor musunuz?
”Tarihte her ne olmuşsa, öyle olması gerektiği için olmuştur.” demesinden ötürü Karl Marks yazgıcı ise, evet efendim; Safai de öyledir.
Karl Marksa mücadele etmedi mi?
Milyar tür savaşım vardır. Savaşım, ille birileriyle, harala gürele, vır vır etmek midir? Veya ille bir şeyler üretip onlara sunmak mıdır? Değildir! Arada bir, geri çekilip gözlemlemek de korkunç bir savaşım… Kalabalıkların sana sunduğu onlarca artı değeri ayağının tersiyle itebilmek de savaşım. Ekonominin sunageldiği düzeyi ayağının tersiyle itivermek, savaşım değil midir?
Peki, ”Karl Marks kaderciyse, ben de kaderciyim.” dediniz. Dünyanın gidişatına bakarsak, dünya, kaderine teslim edilebilir mi sizce? Aydın olarak, ”Ne olacaksa olacaktır…” diyebilir miyiz?
Aydın olmak, ‘aymış’ olmayı gerektirir. Aydın sözcüğü, pek kolay kullanılacak bir sözcük değil. Aydın olabilmek için, önce, insanın kendisini tanıyor olması gerekir. Yoksa şu denli betik yani kitap okumuşsun, şu örgütlerde çalışmışsın… Doğal olarak, kişinin, çevresindekiler karşı sorumlulukları vardır. ”Bu sorumluluk ille kentlerde üstlenilebilir.” mi diyeceksin?
Tabii ki hayır; ama bugünü yaşayalım da geleceği kadere bırakalım diye bir şey algılanmasın…
İsteyen öyle algılasın. ”Vay i… !” desinler; umurumuzda değil! Şimdinin; ânın hakkını bire bir veremediği zaman, insan, geleceğe dönük düşler, elde edemeyeceği düşler kurmaya yönlendirilebilir. Bu, çok büyük bir tehlike! Yarın ne olacak…? Yarın ne olacak…? Ya ‘bugün’ ne olacak, peki? Madem sen toplumu, insanı ileriye yöneltiyorsun, bugünden bir şeyler üretmek zorundasın. Biz, orada korkunç verimli olduk. Onbir yılda otuzbeş kişisel sergi…
Burdur’da da açtınız mı?
İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya’da, sıkça… Burdur’da sanat galerisi yok ki; nerede açacaksın? İki kez… Her nesnenin, kendine özgü özellikleri var. Boyamanın özelliği de doğru ışık altında sergilenmesi zorunluluğudur. Güneş ışığı altında sergilenmesi, doğası gereğidir. Üretkenliğe dönersek; altı tane de betiğimiz hazır basıma. Aralık ayında, bir şiir betiğimiz çıkacak. Çok daha üretken bir konuma geldik yani.
Hangi yayınevinden çıkacak?
Agarta.
”Kentte olsaydım, bu kadar üretemezdim.” diyorsunuz.
Vır vır etmekten başka ne üretiyor kentlerdekiler? İlle alıp başını gidenler bir şeyler üretiyor. Kentte kavga ediyorsun… Haydi göster; ”On yıl içinde, şu kişi şu denli sergi açmıştır.” de!
Ama kentin zorluğuna rağmen ayakta kalmak da bir başarı değil mi?
İki damla bal için, keçiboynuzu çiğnemeye benzer o. ”Ben onlara karşın, yani onlara rağmen bir şeyler yapacağım!” demeye gerek yok. Senin derdin, üretmek ise, birileriyle savaşıma girişmeye gerek yok. Birileriyle boğuşmaya girişmeden, en uygun ortam neresiyse, oraya, üretmek için çekileceksin. Üreyen, orada ürüyor kendiliğinden. Üreten de biz değiliz; onlar, kendiliğinden ürüyor.
Belki sanatın bazı dalları için bu geçerli olabilir; ama tüm aydınların, üretmek adına kentleri terk etmesi de doğru mu acaba? Denizyıldızı örneğinde olduğu gibi, tek bir kişiye bile ulaşmak önemli değil mi?
Biz de orada kimin sorunu olursa koşuyoruz. Yakın köydeki çocuklarla ilgileniyoruz, ya da kasabaya onbeş günde bir indiğimizde, gerektiğinde yardım ediyoruz insanlara. Biz ağzı, yüreği kapalı değiliz ki:
Yani sosyalleşme var?
Orası, zaten sosyal bir uzam: 45 tane koyun, 7 tane köpeğimiz var. Hayvanlar arasındaki dayanışmayı ve toplumculuğu görmelisin. Düşmana karşı nasıl kümeleştiklerine şaşarsın. Onlardaki toplumculuk insanlarda var mı? Yok. Onlarda, sadece birbirlerine karşı düşmanlık var!
Hayvanları koruma dernekleriyle aranız nasıl?
Hiçbir dernekle iyi değil. Dernekçilik, tabii ki kentere uygun bir davranış. Kişi bir şeyler yapmaya niyetliyse, tek başına da yapabiliyor. Bir örnek: Köylü, kendine gerekmeyen köpek yavrularını, doğar doğmaz öldürüyor. O denli sevgisiz, saygısız adamlar. Şimdi…
Oraya özgü herhalde.
Hayır. Her köyde aynı şeyler söz konusudur. Şimdi, adamlar orada Kangal üretilmeye başlandığını görünce, bizden yavru isteyecekler. Uzun erimde, yani vadede yavru katliamını önleyeceğiz. Hep kolay ve ivedi çözümler aranıyor. Gözle görülür, elle tutulur çözümler aranmıyor. Sorun da bu!