‘Dağ’da Bir ‘Adam’
Nieztsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde çok güzel bir bölüm vardır. Zerdüşt bir gün kente iner de kentin kapısındaki deli o kente girmemesini, o kentte erdemsiz insanlar, sevimsiz kişiler, olumsuzluklar olduğunu, o kentin yaşanılası olmadığını savlar Zerdüşt’e. Zerdüşt de onlardan daha niteliksiz olanın o delinin kendisi olduğunu söyler, eğer anlattığı gibi ise o kent, neden oradan çekip gitmediğini sorar ona. Şimdi, ohoo, barlar, meyhaneler buncağızın söylediklerini söyleyenlerle dolu değil mi? Bilmez miyiz, iki buçuk üç yıla yakın, Antalya’da café bar da işletmek zorunda kaldık bir sanatevi kurumunu ayakta tutmak için. Dilin kemiği yok kardeşim; ve çene salt zıkkımlanmak için değil; laf tüketmek, zaman tüketmek için de kullanılıyor insanlarca. Ama kuşkusuz kişinin ne söylediği değil, ne olduğudur önemli olan.
Kendini tanımanın sonu, sınırı var mı? Kişinin kendini deşebildiği, eşebildiği; kendisinin avukatı değil de yargıcı olabildiği oranda gerçekleştirebildiği bir savaşım o. Ama sen ‘sen’in avukatlığını yapmaya sıvandıysan, o zaman sen kendini tanımaya değil, kendini aklamaya yanlısındır. Sen seni kargışlamaya kalkışırsan, bu kez de, yargılamaya kalkıştığın ‘sen’ elinden kaçar, gider. Kişinin kendini kargışlaması özezerce bir yaklaşımdır, kendini aklamaya çalışması da özseverce. Tüm bunlardan arınmış olarak, bir bilimci gibi kendini laboratuvara sokup ameliyat masasına yatırmaktır güzel olan, doğru olan. Ve bu, bir noktada bitiveren bir uğraş da değildir; bir savaşım da değildir. Çünkü ‘benlik’ bir noktada köreliveren bir olgu değil. Onun için bu savaşımı her gün ve her gün gerçekleştirmek zorundayız. Kaygılar, kuşkular, acabalar, belkiler, umarsızlık duyguları, umut istençleri habire üşüştürülecektir usumuza. Tüm bunlardan arınmak da gündelik yaşam biçemi olmalıdır. Nasıl her gün tuvalete gidiyorsak, her gün benliğimizle savaşım sürdürmek zorundayız.
“Yüz programlı çamaşır makinesi” deniyor, örneğin. Hiçbir erkeğin kafası otuz programa ermez, hiçbir kadının kafası yirmi programa ermez, hele Türk kadınının kafası beş programa da ermez. Durum böyleyken kocasını yüz programlı çamaşır makinesi almaya zorlayıp durması teknolojinin insanı kullanmasının bire bir örneği.
Sen eğer umutsuzluğu bütün bütün söküp atarsan yüreğinden o zaman ‘umut’ kavramını da söküp atmış olursun. ‘Umutluluk, umutsuzluk’ bir bütündür kendi içinde. Dememiz o ki, ‘umut’ denen kavram bile uçan balon içinde yukarı doğru yükselmeyi amaç edinmiş kişi için bir kum torbasıdır. Belki en son atılası kum torbalarından biridir; ama biraz daha fazla yükselebilmek için kişi bunu da boşlayabilmenin gereğini kavramalıdır. Hiç de boşlukta kalmaz umudu, sözde sevgiyi boşlayabilir ise kişi.
Beş milyar annemiz, babamız, kardeşimiz, çocuğumuz insan bedeni içre; trilyonlarca anne, baba, kardeşimiz bitki, hayvan, ağaç bedeni içre var. İsa’ya bir gün izdeşleri ile konuşmaktayken “Seni annenle kardeşlerin bekliyor.” derler, “Annem ve kardeşlerim sizlersiniz.” diye yanıtlar onları İsa. Her şey ve de herkesle kan bağı içinde olduğumuzun bir ayrımına varabilsek; o zaman zaten soruların ve sorunların çok büyük bölümü ortadan kalkacak. Şimdi senin evindeki ampulle bizim evimizdeki ampul eğer içlerinde elektrik yoksa kardeş değillerdir. Ama sen de, buncağız da düğmeye basıp da içine erk doluverdiği zaman onlar kardeştir. Onlar bir bütünün yansımalarının parçalarıdır. Acunda ne varsa; canlı, cansız sayageldiğimiz her şey, doğrudan, dolaysız olarak kan bağı içindedir. En nitelikli sayageldiğimizden en niteliksiz sayageldiğimize değin, her şey birlik içindedir, bütünlük içindedir çünkü.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez ‘kerpiç’e çağcıl bir yorum getirildi bu uzamda. Cumhuriyet döneminde çağcıllaşma adına kerpiç ‘tu kaka’ ilan edilmişti. Ama olağanüstü görsel, olağanüstü görkemli bir malzeme. Çağcıl bir malzeme gerçekte, her yönüyle çağcıl bir malzeme. Ne mimarlık fakülteleri, ne mimarlar odası ne de tüketicilerimiz ilgi gösteriyor kerpiçe.
Hiçbir ağaç meyvesini “Ne olacak benim meyvem? Meyve özü mü olacak, karıncaya yem mi olacak, birileri mi zıkkımlanacak?” diye kaygılanarak vermez. Oğuz Atay bugün yaşasaydı ‘edebiyat gagnsterleri’nden falan değil, ‘yazın mafyası’ndan söz ederdi. Çünkü her şeyin bir mafyasının ortaya çıktığı bir evreyi yaşıyoruz. Ama kalıcı bir evre mi? Hayır; insan olmak ölmez erdem ölmez, doğru ölmez. Bunlar, kimi zaman, Safai hesabı, dağ başına çekilip orada beklerler. Hiçbir tek tanesi ölmez; hiçbir tek tanesini öldürmeye de hiç kimsenin gücü yetmez. Bu kavramlar yaşamsal uygulayımlarda var olmuşlardır, varlıkları kimileyin göz ardı edilmiştir, umursanmamıştır şu ya da bu gerekçelerle. Ama o süreç geçtikten sonra onların zamanı gelmiş, yeniden göz önüne çıkıvermişlerdir.
Tin örtüşmediği sürece tenlerin örtüşmesinin oldukça sıradan, oldukça soysuz, oldukça yeğlenmeyesi bir yaklaşım olduğu sanısında, inancındayız. Ha, nedir tinlerin örtüşümü? Artık bilimin de benimsediği gibi, canlı cansız her şeyin bir de tinsel boyutu vardır. Kimilerininki alçak dalga boyunda, kimilerininki yüksek dalga boyunda olmacasına her birimizin bir erksel boyutu var; ve bir de o erksel boyutların yeğlediği erk odakları boyutu söz konusu. Tanrı denen olumlu erk, ve İblis adı verilen olumsuz erk odakları da var acunda. Eğer kişi belli bir yoğunluğa eriştirmiş olduğu erkini tutup da olumsuz erklere ya da çok düşük erksel boyutu olan birine sunuverirse, öz erkini tüketiverir; posa olur posa.
89 sonunda, 90’lı yıllarda dil araştırmacılarından Emin Özdemir Antalya’da Kaleiçi Sanatevi söyleşisinde “Ortalama üniversite öğrencisinin gündelik yaşamında kullandığı sözcük sayısı üç yüz.” demişti. Üniversite öğrencileri üç yüz sözcük kullanabiliyor! Bu üç yüz sözcüğün neredeyse yüz ellisi de ‘kitle kirletişim araçları’yla eğrilip soysuzlaştırılıp dilimize sokuşturulmuş olan sözcükler. Kirlenme bir uçtan başadığı zaman orada kalmaz. Yaşamın her boyutunda benzer kirlenmeyi görür görmek isteyen duyarlı göz. Eee? Tinler kirleniyor da diller kirlenmiyor mu? Dil de kirleniyor. Biz izin verdiğimiz için böyle oluyor bu. Biz ilkeli davranmadığımız için tinimiz de, dilimiz de kirleniyor. Haa; bir sürü yeni sözcük, küreselleşmekten ötürü, doğal olarak her gün dile girme savaşımı veriyor. İlkeli insanların oluşturduğu ilkeli toplumlardaki ilkeli kurumlar, o girmek için savaşım veren sözcüklerin yerine hemen öz dillerinde yeni sözcükler türetegelir, türetegelmelidir, türetegeliyor. Ne var ki bizim ülkemizde ilkesizlik her alanda aldı başını gitti!..
Biz de sütten çıkmış kaşık falan değliz kardeşim. Biz aklanmayı, arınmayı, İblis’in dürtüklemelerine karşın, ilkeli bir biçimde o savaşımı yürütmeyi amaç edinmiş olan kirli, paslı pasaklı bir herifiz. En kötüsü, kişinin kirini bilip de onun üstesinden gelmemesidir. Bundan ötürü kalabalıkları ne kargışlayabiliyorsun, ne eleştirebiliyorsun. Onlar kirlerinin ayrıdında değiller. İşte onun için savaşım, mavaşım vermeye ne yakınlar, ne yatkınlar. Birileri kirlenmişliğinin, yanlışlarının, eksiklerinin, olumsuzluklarının