Söyleşi Tarihi: 16 Mayıs 1997,
Akdeniz ATILIM Gazetesi
Söyleşiyi Yapan: Selma Kunar
Modern Zamanların Dervişi
(Yaptığı resimlerle sanat dünyasında önemli bir yeri var. Ama kendini ‘sanatçı’ olarak tanımlamıyor. “Biz fırçayı elimize aldığımızda boyamalar akıp geliyor, sözler de öyle. Biz sadece ‘O güc’ün çırağıyız.” diyen Safai, sahibi olduğu Kaleiçi Sanatevi’nin yakılmasınmasından sonra, kendi tanımıyla ‘bir dağda’ yaşıyor… Gönül dostlarının dışında ise ‘kalabalıklar’la pek işi yok. Çünkü onlar tıpkı Don-Kişot’un savaş verdiği yeldeğirmenleri ve koyunlar gibi, ‘Ben kimim?’ sorusuna yanıt aramayanlar… Aşk, tutku, sevgi, üzüntü, keder gibi tüm duyguları bir kenara bıraktığını anlatıyor. “Biz artık kadını, kuşu, ağacı sevmiyoruz. Onlarla bir oluyoruz, örtüşüyoruz.” diye konuşuyor.)
İlk resimler nasıl çıktı?
Kaleiçi Sanatevi kundaklandıktan sonra ülke ülke dolaşmaya karar verdik. Yolumuz Makedonya’da bir manastıra düştü. Önceden de düşsel boyamalar yapıyorduk ama bir gün, o manastırda renkler kendiliğinden aktı. ‘Üçüncü göz’ün açılmasını yaşadık. Bu gördüğün boyamaları Safai’nin yaptığına inanmıyoruz. Elimize fırçayı aldığımızda boyalar bizim dışımızda bir güç tarafından akmaya başlıyor. Salt boyama olgusunda değil bu, kalemi elimize aldığımızda da güzel sözler akıyor.
Neden kaynaklanıyor bu?
Mustafa Peker bir zamanlar semazendi. Ney üflerdi. Makedonya’dan döndüğümüzde, “Ya Mustafa bir ney gönder. Gönlümüzden üflemek geçiyor.” dedik. “Sen nota bilmezsin ki.” dedi. Haklı. Biz nota bilmeyiz övgüler olsun koca Tanrı’ya. Kuşlar da nota bilmiyor ama en güzel ezgileri onlar çığırıp duruyor duyabilen kulaklara…
Resme başlamadan önce ne iş yapıyordunuz?
Mimarlık yapıyorduk. Aptal inşaatların biraz düzeltilmesi için uğraşıyorduk. Dağda yaptığımız yapıda bir dirhem çimento yok. Kum, kerpiç, kil, samanla minicik bir tapınak yaptık kendimize.
Neden bu değişim? Siz derviş misiniz?
“Ben şuyum.” denmez. Sen hiç uçan balona bindin mi?… Ben de binmedim. Ama anlatılan o ki, uçan balonun en yükseğe çıkabilmesi için içindeki olanca kum torbalarının atılması gerekiyor.
Siz neler attınız?
“Atmadığın ne kaldı ki…” desene. Her şeyi atmanın ötesinde, benliğimizi attık. Tanrı’nın indinde en yakına ulaştığımız kanısındayız. Ama o yol hâlâ uzun, hâlâ arınılacak kirler, paslar var. Onlarla uğraşıp duruyoruz.
Ne için bu? Bir son yok mu?
Son… Yalnızca bir akarca, bir çavlandır buncağız, bilisizlikten doğup aydınlık üst gerçeğe ağıp gitmekte olan… Şeyh Bedrettin’e sorarlar, “Nereden gelip nereye gitmektesin?” diye. “Cehaletten gelip, ‘Hakikat’e giderim.” der. Acundaki bellekte her şey yazılı, okuyabilene.
Nefsinizi alt ettiğinizi söylediniz. Dağda tek başına bir yaşam. Eş, dost ve aileden uzak. Zor bir karar değil mi?
Kanatlarımızın varlığının nicedir farkındayız. Onların devinime geçmesini engelleyen üç dört kökümüz vardı bir türlü kıyamadığımız. İşte o kum torbalarını, kökümüzü acundaki Tanrı kesti, attı. Söz gelimi, sevdiğimiz bir insan vardı. Bir sanatevi vardı. Aydın olmanın faturasını ödüyorduk… Onlardan vazgeçtik.
Kaleiçi Sanatevi kaç yıl açık kaldı?
1992 yılında kundaklandı… O da bir kökümüzdü. Buncağızı kentlere, topluma, kalabalıklara, ayaktakımına bağımlı kılan köklerden biriydi. Koca Tanrı kesti bunu, övgüler olsun. Kanatlarımızın işlevi yerine gelmeye başladı… Bunlar sadece Safai’ye özgü değil, hepimizde var olan nitelikler. Tanrı, “Ben size kendi ruhumdan üfledim.” diyor. Mülkiyet duygusu, bağımlılıklar, tutkular, yarın kaygıları, üzüntülerle bağımlı kılınıyoruz. Tanrısal yanımızı, meleksi yanımızı yetkinleştiremiyoruz. Doğmadan ölüyoruz. Belki de ölü doğuyoruz.
Kum torbalarından kurtulduğunuz için mutlu musunuz?
Mutluluk Batı düşünülerinin tanımıdır. Mutluluk ânlık havai fişek patlamalarına benzer. Doğu düşünülerinde ‘esenlik’ vardır.
İkisinin anlamı da insanın kendini iyi hissetmesi değil mi?
Mutluluk hedef edinilen noktaya ulaştığında kül olan bir olgudur. ‘Esenlik’ ise insanın hedeflemesi gereken duygudur, kesintisiz ve sürekli olarak.
Sürekli esenlik içinde olmak insan doğasına aykırı; üzüntü, keder, iniş, çıkışlar insan olmanın gereği değil mi?
Kişi, sevgileri, umutları bile bitirebilmeli. Onların bile birer kum torbası olduğunu bilmeli. Onları bile attık. Geriye ne kaldı biliyor musun? Birlik… Biz artık ağacı, kuşu, kadını sevmiyoruz, onlarla bir oluyoruz. Sevgi duygusu, seven ve sevilen ikilemini getiriyor. İkilikle birliğe ulaşamazsınız. Biz tüm duygulardan arındık. Son ve salt enerjiye dönüştük.
‘Birlik olma’ diye tanımladığınızda da sevgi var ama..
Seven-sevilen ikilemi yok. Biz onlarla örtüşüyoruz. Olağanüstü bir birlik yaşıyoruz. Ayrık otunda, filizi veren biz oluyoruz artık.
Kaç yaşındasınız?
Doğum tarihimizi bilmek istersin demek… Yerküreye değen ilk yağmurla, kili çamura çeviren en ivecen çiğ ile yeşerdik. Sürüp durmakta doğumlarımız. Güneşe övgüler düzen yaprağıyla her dalın, köklenen her sürgünde, ayrık otlarında bile, yeniden doğmaktayız.
Ya ölümü nasıl tanımlıyorsunuz?
Ne doğmaktayız gerçekte, ne büsbütün ölmekte. O ölüm ki gerçekte yeni doğumlara gebe. O ölüm ki dinlence. Bunları yaşayan, sözcüklere döken bir adamın, ten yaşının ne önemi var? Mevlâna ölüm gecesi için ne der biliyor musun? Vuslat gecesi, birleşme gecesi.
İnsanlarla diyaloğunuz nasıl?
Biz iki düşünüyle kirletildik. Bir insancıllık felsefesi, bir de usçuluk felsefesi. İnsanlık fiziksel bir olay mı, yoksa ruhsal bir hedef mi? Öncelikle ona yanıt getirmek gerekiyor. Safai dahi, onca dünyasal sorunlardan arınmasına karşın, kendini yeryüzünün en aşağılık insanı sayagelmekte… İnsanlar bir yerlerden geliyor. Gönül adamları var. İnanılmayacak biçimde gönderiliyorlar. Sözcüğe bile gerek kalmadan, ruhsal boyutta olağanüstü güzel etkileşimler yaşıyoruz. Onlar ne demek istediğimizi anlıyor. Kalabalıklar ise hiçbir zaman, hiçbir ülkede ve çağda, anlatılagelenleri anlayagelmemişler… Musa, Tanrı’yla buluşmak için dağa çıktığında İsrailloğulları tapınmak için yontu yapıyordu. Peygamberler Tanrı’yla buluşmak için dağları yeğlemişler.
Siz buluştunuz mu Tanrı’yla?
Mevlâna der ki ” ‘Ben Tanrı’nın kuluyum.’ demek bile ikilik gütmektir.”…
Sanatevini sel bastığında, sular altında kalan dialar muhteşemdi. Nasıl yorumluyorsunuz bu durumu?
Kim “Ben sanatçıyım.” Derse, buyursun, bir tane baskıyı sunalım onlara, aynısını boyasınlar. Onu tanrısal bir sunu olarak nitelendiriyoruz. O bir dersti bize. ‘Boya öyle yapılmaz, böyle yapılır.’ der gibiydi.
İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için paraya ihtiyacı var. Tüm dünyasal tutkulardan arındığınızı söylediniz. Nasıl yaşıyorsunuz?
“Bütün olarak arındım.” diyen yalan söyler. Aşılacak yol uzun. Usçuların güleceği bir şey söyleyelim; son altı aydır bir buçuk günde bir öğün yemek yiyoruz. Sen bizi yıllardır tanıyorsun. Değişiklik var mı?… Tanıdığımız, tanımadğımız insanlar bir şeyler getiriyor. Boyamalar çok para eder oldu. Yedi bin metrekare bir arazi sunuldu buncağıza. Orada ağaçlar dikiyoruz, çevre köylerdeki insanlara. Bir tarım işletmesine dönüştürmeyi düşünüyoruz orayı. Para orada kullanılıyor.
Sergi davetiyelerinizde sözünü ettiğiniz Son-Kişotlar kim?
Son-Kişotlar’ın soyu tükenmek üzere. Onun savaştığı koyunlar “Ben kimim?” sorusuna yanıt aramayan ayaktakımıdır. Bir biçimde tanrısal yanını yeşertmeye çalışmayan, maddeye tapan kalabalıklardır.
Kalabalıklar için neler yapıyorsunuz?
Armağanlarla geliyoruz… Her yıl beş altı sergiyle geliyoruz. Sergi bildirgeleri esenliğin gizlerini fısıldıyor. Ağacın görevi, tohumunu vermektir. Kimi tohum taşa düşer, filizlenmez. Kimileri toprağa düşer, yeşerir… Boyamalar ise sunulan esenliğin birer simgesidir.
Yaşadığınız yerden kentlere ne zaman inersiniz?
Fakirhane bittiğinden beri, köye haftada bir iniyoruz. Gelenlere ise ‘hoşgeldin’ diyoruz. Gelenlere tinsel boyutta bir yararımız olacak mı diye düşünüyoruz. Kapıdan içeri giren kişi ile kapıdan çıkan kişi aynı kişiyse, ‘neden’ diye sorguluyoruz kendimizi.
Gönül gözünüz açılmazdan önce siz de ‘ayaktakımı’ dediğiniz insanlardan biriydiniz. Şimdi onları küçümser gibisiniz.
Onlar Tanrı’nın kendi ruhundan üflediği tinlerini, ruhlarını neden yetkinleştirmeyi yeğlemiyorlar?
Siz de kendinizi yeni yetkinleştirmediniz mi?
Ölçü Safai değil… Safai’nin hâlâ kiri, pasağı var. Önemli olan hedefler. Kalabalıkların hedefleri her dönemde dünyasallık olmuş. Aşkınlaşmayı yeğlememişler. İnsanlar arasında tanım ayrımı olmasın mı?
Olmaması daha iyi.
O zaman onlar gereğini yerine getirsin… Biz kendimizi üstün görmüyoruz, kirimizin pasağımızın ayrımındayız. Ama bir de hiçbir şeyin ayrımında olmak istemeyen insanlar var.
Sizin söylediğiniz gibi tüm insanların gönül gözü açılsa, dünya nasıl bir dünya olur?
Cennet dedikleri şey gerçekleşecektir.
Sıkıcı olmaz mı insanca duygulardan uzak bir yaşam?
Sana cazip görünmesini zaten bekleyemezsin. Yaşamadın ki onu. Çeşmede suyu görmeyen insana, derya nasıl tanımlanır. Doğumlar ve ölümler diye başlayan bir yaşamları var onların.
İnsanca duygular da var doğumla ölüm arasında
Onlar insanca duygularsa, biz ‘üst insanlar’ın duygularını anlatmaya çalışıyoruz. Sevgilerden bile daha yoğun duyguların var olduğunu anlatıyoruz. Sarhoşluğun en doruk noktada yaşanabileceği duyguların varlığından söz ediyoruz biz… Çok fazla konuşmak istemiyoruz. Çünkü, süt çocuklarını çabuk besleyeceğim derken, süt yerine etle beslersen onların ölümüne neden olursun…