Dağlarda Bir Son-Kişot
Şimdi bu dolmuştan insek. Korna seslerinin, egzos dumanlarının ve balici çocukların, ışıklı panoların arasından geçip gitsek. Kravatı düşürsek yolda, dudağımızdaki ruj uçup gitse. Şehir, bir canavar gibi ardımızda kalsa; can çekişen. Şuralarımızdan bir şey akar gibi yalasa rüzgâr boynumuzu. Ardına bakmadan giden birinin, siyah beyaz fotoğrafı olsak. Çekip gitmenin deli kısrakları koştursa gönlümüzde, soluksuz kalsak. Son-Kişotluk nedir? Bu sorunun yanıtını Safai’den, Son-Kişotlar’ın ressamından dinleyelim.
Güneşin hiçbir rengini kayırmadan yapılmış resimler: Bir Son-Kişot’tan Don-Kişot resimleri. Resimlerin adı, “Son-Kişotlar Son/suzdur.” Resimlerle birlikte neşeli bir müzik, bir ney sesi. Müziğin de önünde bir erkek sesi. Son-Kişot’luğun bildirgesini okuyor:
“Nedir Son-Kişotluk? İyiye, güzele, doğruya yandaş ilkeleri, herkese ve her şeye karşın ödünsüz koruyabilmek, koyunsuluktan arınmayı becermek, ayaktakımının sıradanlaşmaya çağıran, bol ödüller adayan sesine kulak tıkayabilmektir kuşkusuz. Önerilen tüm bedelleri ellerin tersiyle itip, sonu belirsiz bile olsa, erdemli savaşlara soyunabilmektir Son-Kişotluk. Ve Son-Kişotlar Son/suzdur. Onlar ölümsüzlüğü yakalamış kutlu tinlerdir çünkü… ‘Tanrım, kulların beni senin adına öldürmeye toplandılar; onları bağışla!’ diyen Hallâc-ı Mansûr’u yok etmek olası mıdır? Engizisyon’ca diri diri yakılan düşünür Bruno, ‘Zorluklar yalnızca alçakları vazgeçirmek içindir!’ diye dörtyüz yıldır haykırabilmekteyse, o soluğun sonluluğundan söz etme olanağı var mı ki? Bolivya Dağları’ndan onlarca yıldır kopup da gelen bir ses, yılmaz savaşçı Che’nin sesi, sizlerin kulaklarına ulaşmıyor mu yoksa? ‘Ölüm hoş geldi, safalar getirdi!’…İyi ki Son-Kişotlar Son/suzdur!”
Bu ses, Safai’nin sesi, dağlarda bir kerpiç evde yalnız başına yaşayan bir Son-Kişot’un. Safai soyadını kullanmıyor, resimlerin altındaki imza, bir parmak izi. Çünkü onun yaşamında ‘ben’ yok. O, resim yaparken bir şeylere fırça, ney üflerken nefes, yazı yazarken kalem oluyor. Kimseye ismini söylemediği uzak bir dağda, kendi yaptığı “fakirhane”sinde yaşıyor. Herkes villalar yaptırmaya meyilliyken, cümlesinin başına mutlaka bir “ben” ya da “bence” ekleyen bu kadar insan varken, onu anlamak zor. Çünkü hiç “ben” demiyor, varsa yoksa “buncağız, bu yoksul.” Safai, mimarlık eğitimi görmüş, ama bunu söylemiyor hiç. Çünkü eğitim denen şey, her gün, her ân yaşanan hayatın kendisi zaten. Fotoğraf sanatçısı. Ama, böyle demiyor yine. “Biz,” diyor, “Bir şeylere söz oluyoruz işte.” Böyle çok reklamlı, çok fosforlu rengi olan bir zaman diliminde nasıl olur da böyle yaşanır merak ediyor insan. Bir gün içinde neler yapılır? Süpermarketi, kapıcısı olmadan nasıl olur da ‘olur’ insan? Velhasıl, bambaşka bir yaşam bu. Soruyoruz, o vakit:
O dağlarda, kimlerle konuşursun Safai?
Evimizi yaparken bir yılanın yuvasını bozduk herhalde. O çocuk var. Garip. İki gün evin içine yerleşti. Sonra, çıkması gerektiğini anlamış olacak ki, evin dört beş metre aşağısına yerleşti. Bir de kertenkeleler var. Yalap yalap renkli, bakmaya kıyamazsın. O çocuklarla konuşuruz biz. Onlar bizi anlar. O çocuklar da, yılan kardeşin yuvasının bir karış altında bir yuva yapmışlar. Kaygılanmıyor değiliz. Ulan, bu yılan kardeşe, o kertenkele çocukları yememesi gerektiğini nasıl öğreteceğiz? Bir de albino serçe var. İnanılır gibi değil! Milyonda kaç ihtimal acaba bir albino serçe? Herhalde insanlar arasında aşkınlar ne kadarsa serçeler arasında albino serçe de o kadar. Öyle bir çocuğumuz var, esenlik kaynağımız.
Yaşamını değiştirmeye, dağlara çıkmaya, yalnız yaşamaya ne zaman karar verdin Safai?
“Ne zaman doğmaya karar verdin?” diye soralım onu. Diri olmadığımızı sezinlediğimizden beri, doğmaya başlamak gerekir diye düşünüyoruz. Kolay olmadı. Doğmaya başlamanın gereğine nicedir inanıyoruz. Ama bu, bir süreç. Biyolojik doğumlar birer olaydır belki, ama tinsel doğumlar birer süreçtir. Erich Fromm’un bir sözü: İnsan doğmadığı gün ölmeye başlar. Çoğu da ölü doğmuştur zaten.
Doğmaktan söz eder misin?
Gerektiği denli sözcüklere dökülür mü acaba? Her sabah acundaki olanca erke “merhaba” diyebiliyorsan… ‘Akşama ne yapacağım, bugün neler yapacağım, acaba ütecekler mi beni?’ tasasından, ürküntüsünden kurtulmuş olmak doğmak. Dünya tasalarının hepsinden kurtulmaya başladığında, güneş bir başka doğuyor. Umutsuzluklar, umutlar bile kalmıyor; çünkü, onlara gerek kalmıyor.
Kendi yaşamına ilişkin bütün kaygıları ortadan kaldırdığını söylüyorsun. Ama Türkiye’de ve dünyada savaşlar, ölümler, açlık ve daha bir sürü olay oluyor. Dağlarda tek başına yaşayan bir insan, bu olaylara nasıl bakar?
“Ulan, taş mısın ki Bosna’daki olaylara duyarsız kalabiliyorsun?” diye sorulabilir belki. Ama bu sorunların özünde yatan en derin sorun ne? Sorun dediğimiz olguların özünde, insanların insan olma özelliklerini boşlamışlıkları yatıyor. Yani cardınlaşmışlıkları (cardın: lağım faresi) yatıyor. İşin kötüsü, bunu bir başkasının onlar adına çözme olanağı yok . Keşke olsa da, değiştirebilsek. Ama, öylesi olguların yeryüzünde neden süregeldiğini çözebilirsin. Sorunun en önemli bölümü, burası zaten. Mevlâna, “Yahu aşkınlaşmalar bile o kadar zor değildir. Ne var ki, kalabalıklara aşkınlaşmaların gizlerini sunarsın ama onları bir türlü inandıramazsın. Asıl zorluk orada.” diyor. Bırak Bosna’yı filan, en yakınındaki insanları bile uyandıramıyorsun. Neden? Çünkü gönül gözü kör, gönül aynası kirli. Örneğin İsa’nın oniki tane izdeşi var. Çocuk İsacık anlatıyor, anlatıyor. Bakıyor anlamıyorlar; “Kulağı olan duysun!” diyor. Ardışık bir biçimde sesleniyor. Bu zorluğu aşmak, kuşkusuz olanaksız sınırına ulaşıyor. Ama buncağız yazıyor, çiziyor, boyuyor, “Kurtardığımız tin kârdır.” düşüncesiyle sunuyor onları.
Zorluk, aşkınlaşmanın özünde mi?
Aşkınlaşma, tekil boyutlarda yaşanıyor kuşkusuz. Ama onun gizlerini, ona hazır olanlara sunuyorsun. Hem de simit gibi sunuyorsun; üç paraya. Ama onarı değerlendiren, onları kullanmaya yandaş olan insan sayısı, hep çok azdır. Konforun, güvencenin ardındadır hep insanlar.
İnsan, güvence gereksinimini nasıl ortadan kaldırır?
Yanıt, yine doğumun bir süreç olmasında yatıyor. Doğumun bir olay değil de bir süreç olduğunu her hücrende duymaya başlarsan, ölüm de süreç oluyor, biçim değiştiriyor. Wilhelm Reich’ın sözünü ettiği, özdeki dirimsel erkini yakalayıverdiğin zaman, tensel erkin ötesindeki erki yakalayıverdiğin ve onu aşkınlaşmalara yönelttiğin zaman, tinin tenden çıktığı zaman nereye yöneleceğini sezmeye başlıyorsun. Kafacağızına kocaman bir kaya geldiğinde, “Oh ne güzel!” diyorsun. Çünkü senin ölümün, biçim değiştirmek ve sen tinsel erkinin nereye gideceğini biliyorsun.
Safai’nin bir günü nasıl geçiyor?
Şimdi biz, kendi ekmeğimizi, kendi peynirimizi kendimiz yapar olduk. O, apayrı bir esenlik nedeni. Kendi ellerinle üretiyorsun. Sen, ekmek oluyorsun. Ona erkini sunuyorsun, o ekmek kardeş sana erkini sunuyor. Kocamanlaşıyorsun. O gün, ne yapacağımıza karar vermek söz konusu olmuyor. “Bugünün kaygısı bugüne yeter. Yarın için niye kaygılanıyorsunuz?” diyor İsa. O gün, boyarlığa yatkın erkler içindeysek fırça oluyoruz, kâğıtlara boyalara sıvanıyoruz. “Hey, bir şeyler yaz.” diyorsa özümüz, bir şeylere sözcük oluyoruz. Yok eğer sese gereksinim duyuyorsak, neyimizi üflüyoruz. Sessizlikte var olan, duymaktan kaçtığımız, duyargalarımız açık olunca işitilen binlerce ses var. Şunu da söyleyelim, şizofrenik olduğumuz kanısında da değiliz.
Ekmeğini, evini kendin yapıyorsun. Bu Marx’ın sözünü ettiği yabancılaşmayı da ortadan kaldırıyor olmalı.
Tabiî ki arkadaş, ‘ilkçil komünal toplum’ dedikleri bu. Alan Watts ‘ın bir sözü: “Materyalistlerle gizemciler arasında çelişki olduğunu sananlar, ya aptaldırlar ya da can sıkıcıdırlar. Daha doğrusu her ikisi birdendirler.” İçenlikli ve gerçek gizemcilerle materyalistler arasında hiçbir ayrım yoktur. Gizemciler dünya sunularını yaşamamayı yeğlerler. Marxçılık da “Arkadaş, niye müilkiyet duygularının ardındasın?” der. Yahu, dinbilim de yanlış anlaşılıyor. Dinler, “Her şey Tanrı’ya aittir.” der. Yani, iyelenme duygusunun insana özgü olmadığını açık bir biçimde vurgular. Ama bizim şeriatçı kesim işine geldiği gibi yorumlama yandaşı olduğu için, bir yandan bütün dünya değerlerine sahip oluyor, bir yandan Tanrı’dan söz ediyor. Mevlâna, Mesnevi’de “Bir eşkiya hırsızlık yaparsa, bir başka eşkiyayı soymuştur demektir.” der. Yani adam, “Mülkiyet, hırsızlıktır.” lâfını yüzyıllar önce söylemiş. Ne var ki biz, bunu görmezden gelmişiz. Neden? Mevlâna, İslamî düşünceden beslenen bir düşünür, yani çağdışı. Biz çağcılız, ondan. O zaman ne yapalım? Dışalımsal ekinçler getirelim. Örneğin Abdal Musa adlı bir adam yaşamış Elmalı’da. Orada ‘ilkçil komünal toplum’u kurmuş. Sonra Bedrettin. Mazdâhiler de komünal bir toplum kurmuşlar Anadolu’da. Anadolu bu ekincin toprağı. Bu ekinci, var olan sosyalizm tohumlarını yeşertmek varken, dışarıdan bir şey getirmenin telâşına düşmenin ne anlamı var arkadaş? Bir de, dini biz yanlış anladık. İnsanın us ötesi – us dışı demiyorum – bölümünü hep dincilere bıraktık. O söylemdeki sosyalist yanı, dünya işlerine uygulanabilecek yanları hep gözardı ettik.
Din, sözünü ettiğin aşkınlıklardan kalabalıklara düşen pay mı? Din için ne dersin?
Şeriat, cevizin kabuğu. Cevizin içinde gizemcilik var. Gizemcilik dinler ötesi bir yaklaşım. Şeriatçılık da, her inançta var. Onlar cevizin kabuğdur ve kabukta olanlar hiçbir zaman bir yere ulaşamazlar. Mevlâna söylüyor işte, “Kalabalıklar hep gezer, dolaşır; hiçbir zaman bir yere ulaşamazlar.” Örneğin İsacılar Meryem’I nasıl güzellemişlerdir. Oysa İncil’I okuduğunda görürsün, bir bölüm var. İzdeşleriyle söyleşirken, biri içeri girip, “Annen, kardeşlerin seni çağırıyor.” diyor. İsa da, “Benim annem, kardeşlerim kim? Annem de, kardeşlerim de sizlersiniz.” diyor. Yahu bir ağacın ailesi olur mu?
Safai, duyan kulaklarla, bilisi olanlarla söyleşiyor. Bu söyleşme şubat ayında İstanbul’da açacağı sergide sürecek. Otobüssüz, elektrik faturasız, piyangosuz ve korkusuz bir yaşama kapı aralamak isteyenler izlemeye devam etsin.