Söyleşi Tarihi: 29 Ekim 1995,
Akdeniz ATILIM pazar eki,
Söyleşiyi Yapan: Musa Seyirci
BİR SON-KİŞOT’LA SÖYLEŞİ
(Çağımız önceki çağlara oranla insan malzemesinin daha yoğun, daha çok ve çabuk kirlenmekte olduğu bir çağ. Cardınlaşmalara yatkınlaşılan dönemlerde Son-Kişotlar’a daha fazla gereksinim duyulur.)
Sevgili Safai, mimarlık eğitimi gördünüz, ancak Türkiye sizi önce Antalya Kaleiçi Sanatevi yöneticisi olarak tanıdı desek doğru olur mu?
En azından eksik olur. Kaleiçi Sanatevi günlerinden önce, bir fotoğrafçılık geçmişimiz söz konusu idi. Bu çerçeve içerisinde Antalya Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’nin kurucu üyeliğini ve iki yıl boyunca başkanlığını (1985 – 1987) üstlendik. Bir de o yıllarda çevrecilik duyarlılığı moda falan değilken, çevre kıyımına tepki göstermeye ilişkin eylemlerin öncülüğünü etmek zorunda kalmaktaydık. Biraz da oradan tanımalılar.
Tekrar Kaleiçi Sanatevi’ne dönelim: Türkiye’de bir sanat adamı, bir mimar çıkıyor ve ‘Ben zor bir işi gerçekleştireceğim, para getirmeyen, götüren Kaleiçi Sanatevi’ni kuracağım.’ diyor. Kurdu da; amaç neydi?
Kaleiçi Sanatevi dönemi, bu az gelişmiş insanların yaşadığı kente karşı aydın olmanın, bir tür faturasını ödemek amacıyla, ortaya çıkmış bir tasarımdı. Buncağızın bir anlamda çile evresiydi. Neredeyse kimselerin katılmadığı, ekinç (kültür) ve andırı (sanat) etkinlikleri kotarıp gerçekleştirirken usumuza İsa’nın sözleri gelirdi sık sık: “Ben insanlara su sunmak için geldim, ne var ki tümü de sarhoştu onların; suya gereksinimleri yoktu. Ama ayılacaklar bir gün.” Gerek İsa’nın, gerek Kaleiçi Sanatevi’nin yaşam süresi kalabalıkların ayıkmasını görebilecek denli uzun olmadı. Bizim de çilemiz dolmuş ki İblis’in hizmetinde bir el, bir akşamüstü yakıp yok ediverdi o güzelim kurumu, o sanatevini.
Kaleiçi Sanatevi’nde (yaklaşık iki buçuk yıl içinde) ses getiren söyleşiler yapıldı, sergiler açıldı, kurslar düzenlendi. Biraz da bu etkinliklerden söz edelim.
O etkinliklerin ses getirişi, bu kentin (Antalya) ölçeğinde değildi. İstanbul, Ankara dahası yurtdışı ölçeğinde beğeni ile izlenmiş olan etkinlikler, Antalya’da gereken ilgiyi görmemekteydi. Sevgili Abbas Sayar’ın deyimiyle; ‘Körler çarşısında ayna satmaktaydık.’ Sonraları bu deyime bir yenisini daha ekledik. ‘Salt körler çarşısında ayna satmakla yetinmemekte, sağırlar sokağında da ney üflemekteydik.’ Kültür Bakanlığı’ndan bir yetkili sanatevinin kundaklanmasının ardından “Gerek sen, gerek o kurum salt Antalya için değil, Türkiye için bile lükstünüz kardeşim.” dedi buncağıza.
Bir arayış dönemi yaşadı Safai, bu konuda ne dersiniz?
Yerleşilebilecek bir ‘güzel insanlar’ ülkesi aradık. Gerçi Makedonya’da olağanüstü nitelikleri olan kişilerle tanış olduk. Ama ülke ölçeğinde yerleşmeyi yeğletecek niteliklerle karşılaşmadık orada da… Üstelik, aramakta olduğumuz niteliklerin gerçekte ancak ve ancak tekil boyutta yaşanabilirliğini sezinledik. Yani tek tek aymış insanlar yeryüzünün şurasında burasında vardı da aymış toplum yoktu. Bilge Mevlâna yediyüzelli yıl önce nasıl da güzel tanımlamıştı bu olguyu: “Sen, kalabalıklar bir yerlere varır mı sanırsın? Onlar gezerler, dolaşırlar ama hiçbir yere ulaşamazlar.” Boşlayıp ‘güzel insanlar’ ülkesini aramayı, acundaki güzel erklerle, hiç rahatsız edilmeden bütünleşebileceğimiz, yalnızlığın aşkınlıklarını yoğunlaştırabileceğimiz bir yerler bulmaya karar verdik. Yol göstericimiz yalvaçlar (peygamberler) oldu. Hiçbirisi Tanrısı’yla buluşmak için kıyılara, kalabalıkların, insanların yoğun yaşadıkları yerlere inmemiş, tersine dağları yeğlemişlerdir. Sezgilerimizin ne denli doğru olduğunu son bir yıldır yaşayageldiğimiz esriklikler, aşkınlıklar kanıtlamakta. Binikiyüz metrenin üstünde bir yerlerde çam ormanlarının dibinde dinginliği solumaktayız.
İyi ki (yüreğimiz sızlayarak) Kaleiçi Sanatevi yandı. Safai birbirinden güzel yapıtlar ortaya koydu. İlki 1994 Haziranı’nda Antalya Tütav Sanat Galerisi’nde olmak üzere birbirinden güzel sergiler açtı. Biraz da sergilerden söz edelim.
İlk serginin adı ’93 Resimleri Sergisi’ idi. O sergi bildirgemizde izleyicilere sunulmakta olan yapıtları buncağızın değil de, sanki ‘acundaki bir erk’in yapageldiğini vurgulamıştık. O yapıtların da tümü de aşkınlık evrelerimizde, sanki uyku ânımızda kendiliğinden çıkıveren boyamalardı.
1994 yılının Aralık ayında Orkun Ozan Sanat Galerisi’nde açıp 1995 Ocağı’nda Çankaya Belediyesi Sergi Salonu’nda, Şubatı’nda da ‘The Marmara Oteli’nde yinelediğimiz “Acunsal Erk’ten Yansıyanlar” sergilerimizin bildirgesi de bir önceki denli benzer konuları vurgulamakta, yaşamakta olduklarımıza tanım getirmeye çabalamaktaydı.
Bu yılın sergi dönemindeki ilk sergimizi Antalya’da Türkiye Kalkınma Bankası Sergi Salonu’nda açtık: “Bunları da mı…? diye sordu Safai” adlı bir özgün baskı sergisi idi. Sözü geçen özgün baskı sergisi bildirisinde ise o özgün baskılara zemin oluşturan saydamların nitelik değiştirişine ilişkin bilgiler vardır. Özgün baskıya dönüştürülen bu saydamları çeken de, kesip çerçeveleyen de, saydam çantalarına yerleştiren de buncağızdı kuşkusuz. Ama çantalara konulanlarla, evimize basan selin ardından o çantalardan çıkanlar aynı saydamlar değildi!
Kente ve evimize döndüğümüzde, selin tüm evi, özellikle de saydamlarımızı sarmalayıvermesine üzülen dostları sakinleştirmeye çabaladık durduk: “Bu selde bile bir ‘hayır’ vardır.” dememizden ötürü, “Olan usunu da yitirdi!” diye kurmaktaydı dostlar; sezinlemekteydik. Neden sonra bir gün açtık çantaları. Çiçekleri görüntülediğimiz saydamlarda usötesi nakışlar tomurcuklanmıştı! Kelebek görünümü içeren saydamlar, kelebekleri kıskandıracak renklerle bezeliydi! Likya yıkıntılarından, yaşam fışkırmaktaydı, yaşam! Günbatımlarını belgeleyen duyarkatlara, evrenin gizlerini fısıldamaktaydı kulaklara!
Son-Kişotlar Son/suzdur serginiz Orkun Ozan Sanat Galerisi’nde sürüyor. Neden Son-Kişotlar?
Çağımız önceki dağlara oranla, insan malzemesinin daha yoğun daha çok ve çabuk kirlenmekte olduğu bir çağ. Cardınlaşmalara yatkınlaşılan dönemlerde Son-Kişotlar’a daha fazla gereksinim duyulur. Çünkü onlar, kalabalıkların olanca sarhoşluğuna karşın ayıkılabileceğinin somut örnekleridir. Kalabalıklar güzellemez bunları… Çoğunlukla bakarlar da görmezler bile. O aşkın tinlere (ruhlara) gereken ilgiyi yine ancak duyarlı yürekler gösterecek, onların önemini, gereğini cardınlaşmaları reddedenler vurgulayacaktır. Buncağız da tinini kuburlardan kurtarıp dağlara atmış biri olarak, sözü geçen kutlu tinlerin erdemliliğini daha bir duyumsayıp boyamalara dökmeye gereksindi.
Sırada hangi kentlerde sergi var?
Bu sergi, Antalya’nın ardından Ankara, İsviçre ve İstanbul’da, eklemelerle yinelenecek.
90’lı kuşağın tanıması için Safai’yi üç cümleyle tanımlamanızı istesek?
Üç tümce çok. Hamdık, piştik, yanmaya çalışmaktayız.