ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 35 –
8 Mart 2004
Bir yalancı bahar merhabası sizlere;
Isındıkça havalar, gerek sorumluluğumuzdaki canlıların gereksinimleri, gerekse kapıyı tıklatan ekim, dikim yükümlülükleri artar oldu. Her şey bir yana, ağıldaki kızların doğumları başladı. Şimdiden beş torunumuz var, buram buram süt kokan! Bu aydaysa, doğumevine dönecek buralar!
Yeryüzüne sağlıklı canlıların gelmesine aracılık edebilmek nasıl da hoş!
Antalya ve Aydın sergileri izlenimlerimizi, kıyısından, köşesinden, bu mektupta sizlerle paylaşıp İstanbul’da açılan sergiye ilişkin anıları da bir sonraki mektuba ertelemek geçmekte gönlümüzden.
Seksenli yılların başından beri tanıdığımız bir grafikerdir Himmet Kardeş. Antalya’da iki pek baskı makinesiyle başlamıştı işe. Özenli üretimleri ve ilkeli iş anlayışıyla kısa sayılabilecek bir sürede hem işini, hem de işyerini geliştire geliştire beş katlı, albenili bir uzam oluşturdu Antalya’da ki katlardan biri, hoş bir sanat galerisidir. Yol Koçaklamaları dizisi de o kapsamda olmak üzere neredeyse her boyama dizimizi öncelikle Antalya’da, Orkun-Ozan Sanat Galerisi’nde sergiledik bunca yıldır.
Son sergimizin açılışında, katılımcı azlığından ötürü duyduğu üzüntü, yüzünden okunmaktaydı Himmet Kardeş’in.
“Hep mi böyle oluyor?” diye sorduk, yanıtı bilmemize karşın.
“Antalya, bildiğin Antalya!”
Doksanlı yılların başında üç yıl boyunca nice ekinç ve andırı (sanat) etkinliği kotarıp durduğumuz Kaleiçi Sanatevi’nde, o onarımdan geçmiş, iki katlı 150 yaşında bir Rum Evi’nde nasıl da benzeri düşkırıklıkları yaşayagelmiştik! Durumumuzu en kestirmeden tanımlayan, ışık içinde yatası Abbas Sayar olmuştu o yıllarda:
“Körler mahallesinde ayna satıyorsunuz!”
(Hazır adını anmışken, değinmeden geçemeyecek buncağız: Abbas Sayar’ın Yılkı Atı isimli romanı, bir başyapıttır ve inanıyoruz ki bu romanın her ve her dile aktarılması gerekir. Yeni basımı yapılmış Ötüken Yayınları’nca; aman edinin lütfen.)
Aydın’da, Yüksel Yalova Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde resim öğretmenliği yapan bir dosttur Mehmet Öğretmen. Daha öğrencilik yıllarında konuğumuz olmuştu buralarda. İşte o Mehmet Kardeş, bir sergi açmamızı önermişti de, “Olur ya hu!” demiştik aylar önce. Ocak ayında İstanbul’da Yol Koçaklamaları sergilenmekteyken, bu kez de Aydın’da, Son-Kişotlar Son/suzdur’u paylaştık anılan okulun öğretmenleri, öğrencileri ve kimi Aydınlı gençlerle. Sergi açılışından bir gün sonraysa, Son-Kişotluk kavramını konu edindiğimiz bir söyleşi kotardık aynı okulda. Günlerce ve sevgiyle konuk etti buncağızı Mehmet Kardeş ve Lise’nin yöneticileri, öğretmenleri. Oralarda hoş bir tını bıraktığımızdan kuşkumuz yok; pırıl pırıl mektuplar ulaşıp durmada e-ileti kutumuza.
‘Bızdık’ Türkçe’ye Ermenice’den geçmiş bir sözcük; ‘küçük çocuk’ anlamına gelmekte. Bizim havhavları anarken, onlara “Köpek…” demeye varmıyor dilimiz. Sûfiler’in benlik kavramını ‘köpek’ simgesiyle anageldiklerini öğrendiğimizden beri, o yaratıkların hiçbirine “Köpek…” demez olduk çünkü.
Gelelim bizim bızdıklara:
Düzenli bakım, aşılama ve sevgi, bir canlı türünde ancak bu denli hızlı ve iyi sonuç verebilir. Kırk kilogramı aşmıştır Zeytin (Erkek Kangal). Pençe (Erkek Akbaş) ile Yogi (Dişi Kangal) otuz, otuzbeş kilogram çekerler. Mözlem’se, bekçi değil de kurtçu ırktan gelmesinden ötürü, otuzun az altında büyük olasılıkla. Oysa, daha sekiz aylıklar! Bızdıklara, bir de Karkız katıldı. Dört aylık, uzun-tüy, dişi bir Akbaş Karkız. Selçuk Üniversitesi, Veterinerlik Fakültesi’ndeki damızlıklardan birinin yavrusu işte garibim… Karkız’ı, diğerleri yadırgayıp canını acıtabilir kaygısıyla, eskilerin yanına, alıştıra alıştıra bıraktık. Üç, beş gün özen gösterince, eskilere bir eğlence, bir canlı oyuncak oldu ufaklık. Oynarken, diğerleri biraz sert davranıverdiler mi, yanımıza kaçıyor. Yok, canı oynamak isterse, kâh havlıyor büyüklere, kâh onları ısırmaya kalkışıyor. Neyse ki, alışma evresinde gocundurmadı büyükler Karkız’ı! Gelecek yıl, bu zamanlar, Mözlem ve Yogi yavrulamış olacak büyük olasılıkla. İşte asıl o zaman seyreylemeli güzelliği!
Onlar için ağkümemizde ayrı bir sayfa açınca, fotoğraf da iletebileceğiz sizlere.
Bir çift de beyaz hindi edindiğimize değinmiş miydik ki önceki mektupta? Antalya’da yaşayan bir yontar (heykeltraş) dostumuz getirdi oncağızları Eylül-Ekim aylarında. Öylesine oburlar, o denli doymak bilmezler ki kızın adını Soros, oğlanınkini de Gates koyduk! (İkisi de o adamların, anamala doymazlıkta simgeleşmediler mi?) Bizimkilerle isimleri benzer olan o varsıllar arasındaki ayrım, bizimkilerin sevilesi yanları olsa gerektir.
Geçen yıl arpa ekip de bu sonyaz kaldıranlar, nasıl da kurumlanıyorlardı buralarda! Arpa, buğdaydan daha iyi para etti diye çoğu köylü bu yıl arpa ekimine yöneldi. Hâlâ bilmiyorlar, yakın bir zamanda Rusya’dan tonlarca arpa satın alındığını; getiri umutlarına çoktan kar yağdı. Bir de, AB ülkeleri, buzhanelerini dolduran etleri satma konusunda istedikleri ödünleri elde ediverdiler ya bizim ‘sallabaş’lardan, besiciliğin de çıktı rotu!
Köylü, yüzlerce yıldır, umutları tükendikçe tembelleşmiş, tembelleştikçe umudunu tüketmiş. Bu yörelerde, salt en pısırık ve beceriksiz gençler kaldı köylerde. Öbürleri? O kent senin, bu kent benim, karın tokluğuna işçilik falan etmekteler işte! Orta yaşlılarıysa, çöreklendikleri kahvehane köşelerinden kaldırabilene aşkolsun!
Biraz fazla boş kaldı mı, “Otur kızım otur; bahtın açılsın!” derdi anamızın anası, kendi kendine, der de kalkardı bir iş tutmak için.
Otursunlar, ne edelim; bahtları açılır belki!
Haydi Esen Kalın
SAFAİ