ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 34 –
8 Şubat 2004
Nice zaman sonra merhaba yeniden;
Çalışma odasının doğu köşesinde bu yaz yaptığımız çamurdan sobanın dibinde yazmaktayız bu mektubu. Altımızda koyuncukların yapağısıyla doldurulmuş yer minderi… Onun da altında, elli yaşında Konya keçesi…
Ne çok anı birikmiş sizlere aktarılacak bu altı ayda! Ne çok değişikliklere tanıklık edilmiş Esenliktepe ailesinde ve sergiler için kentlere inildikçe, ne çok hayret ve dehşet yaşanmış! İnsan, düzene koymakta zorlanıyor; iyisi mi, sıra falan gözetmeden, usa gelenleri aktaralım bir bir:
Geçen yaz, oniki anneden doğan yirmi kuzucuğun onaltısını sattık damızlık olarak. Diğer dördü, aileye katıldı. Üst kottaki kirazlar, ilk ürünlerini verdi: Yüz kilo! Çiçeklenme evresindelerken kesintisiz yağan ilkyaz yağmurları, çiçeklerin meyveye evrilmesini yüzde doksan oranında engelleyince, umulan bir ton ürün ine ine yüz kiloya indi. Ne gam; soyumuzdan birileri, onca da olsa, satılabilecek denli meyve üretilmesini sağlamıştı ya!
Dokuz yıldır ilk kez onarımlar ve değişiklikler yaptık fakirhanemizde: Mevlevîlik konusunda kaleme alınmış bir betikte; bir tür harç karışımı çekmişti dikkatimizi. İşte o harcı, hiç kuşku falan duymaksızın uyguladık ilk yapıldığında çamur ve samanla sıvamış olduğumuz zemine. Kum, kireç, alçı ve saman karışımıyla üretilen harçtaki malzemelerin oranı değiştikçe, harcın görsel niteliği de, sertliği de değişmekteydi. Oturma odası ve giriş-mutfak bölümü yükseltisinde, oran değiştirerek parça parça işlenen zemin albenili, dahası görkemli sonuçlar oluşturdu. Değdi uğraştığına buncağızın be yahu! Çalışma odasındaysa, kayrak taşlarının altına aynı harcı serdik. Taş aralarını da elenmiş dere kumunu bezir yağıyla karıştırarak elde edilen macunla derzledik. Ortaya çıkan yüzey, sanki bin yıldır oradaymışçasına uyum sağladı kerpiç duvarlarla.
Çalışma odası evin en düşük zemininde yer aldığı için, ısınmıyordu kışları; bir ocaklık da oraya yapıp bacasını soba borularıyla oturma odasındaki ocaklığın bacasına, arkadan aktarmayı kurduk bu yıl. Boru çapının darlığından ötürü, çalı çırpı yakma sınamasında duman odaya dolunca, ocaklığın davlumbazını, çamur harçla ve dikme zemine dek indirdik. Öylece, çamurdan bir soba ortaya çıktı çalışma odasında. Nasıl da güzelce ısınıp o ısıyı ağır ağır salmakta soba odaya! Borularsa oturma odasını ısıtmakta.
Geçen yıl bu zamanlar, buraya yerleştiğimizden beri ilk kez bir havhavcık edinmiştik. Pek mi pek sevdiğimiz bir dostumuz istedi onu bizden. Gözümüzü bile kırpmadan veriverdik Dolaşan’ı ona… Ne var ki alışmıştık bir havhavın dostluğuna. Üstelik yörenin yüksekliği kangal üretimi için de elverişliydi. Ağiçi kanalları, ağ kümelerini (veb sitelerini) tarayıp üç Karabaş kangal ve bir de Akbaş ırkı çoban köpeği yavrusu edindik ta İstanbul’dan. Onlar için, ayrı bir sayfa açacağız yakında ağ kümemizde. İlgilenenler, yeterince bilgi edinir o zaman. Şimdilik, adlarını anmakla ve yedinci aya girdiklerini belirtmekle yetinelim.
Akbaş oğlanın adı Pençe, ayaklarının kocamanlığından ötürü. İki Karabaş kızımız var: Mözlem ve Yogi. Mözlem’in adı, onların buraya getirilmesine aracı olan dostlarımızdan birine, Özlem’e gönderme yapmacasına kondu. Yogi’ninkiyse, ta bir zamanlar bir çizgi-filmde yer alan bir ayının adının bizim bızdığa şişmanlığından ötürü uygun düşmesi nedeniyle yeğlendi. Gözleri, iki kocaman zeytini andırmaktaydı erkek Karabaş’ın. Ona başka bir ad koymak usumuza gelmedi bile. Yogi’yle Zeytin kardeş. Dolayısıyla Zeytin’i Mözlem’le çiftleştireceğiz gelecek yıl. Yogi’yeyse, erkek bir Karabaş gerekiyor soyu bozmamak için; Pençe’ye de dişi bir Akbaş! Toplam altı bızdıkla, satışa yönelik üretim girişimimiz başlamış olacak önümüzdeki yıl Nisan’da, Mayıs’ta.
İzmir, Antalya, Burdur, İstanbul ve Aydın sergileri izlenimlerimizi paylaşmadık sizlerle. Gerçi her bir sergi ayrı birer mektup konusu; ama şimdilik, belleğimizde en derin izler bırakmış olan anıları, sıkıştırılmış bir biçimde aktarmaya çalışalım hele:
İzmir, Başak Sigorta Sergi Galerisi’nde açtığımız sergi evresinde, iki boyar (ressam) konuşurken kulak konuğu olduk: Dergilerde, gazetelerde sergi ve boyar eleştirisi yazmakta olan çoğu eleştirmenler, boyarlardan 300-500 Amerikan Doları rüşvet almaksızın kalem oynatmamaktalarmış.
Breh, breh, breh!
Modernizmin (ne demekse) bile postunun çıkartıldığı bir zamanda, eleştirmenliğin de ‘suyu’ çıkartılacaktı kuşkusuz!
Hani, Osmanlı döneminde, Sultan’a övgüler düzen, sözde özünler (şiirler) döktürüp saray yemliğinden beslenen ozan benzeri ökseotları olurmuş ya, anlaşılan o ki şimdi de kimi boyarlar birer sultan olmuş, eleştirmen yemlemede! Ne demeli bu tür türedi eleştirmenlerin arpalık ettikleri, üstelik de iki yakası bir araya gelmeyen boyarcıklara? Ürünlerine, kendilerinin bile inanmadıkları güzellemeler düzdürerek diyelim ki okurların kandırılmasına neden oldular; ya ‘Zaman’ adlı o külyutmaz, rüşvet yemez eleştirmeni kaç paraya, nasıl satın alacak acaba bu şakşak budalaları?
‘Piyasa’ları, ‘arz’ ve ‘talep’ belirliyor; öyle ya!
Bir garip Haydar Usta işte… Maraşlı ve dondurmacı ve Burdur’da yaşamakta. Yüreği gözlerinde ata ata geldi gitti buralara birkaç kez Mart, Mayıs aylarında. Sonra bir gün, “Ben senin sergini açacağım Burdur’da.” dedi.
“İyi, hoş da galeri gibi bir galeri yok ki Burdur’da!”
“Nasıl bir yerdir senin o ‘Galeri…’ dediğin, Hocam? Benim dükkanın tam karşısında, park içinde bir kahvehane var. Yazları içeride oturan olmuyor; orası uygun olmaz mı?”
“Olur da, boyama sergilenecek yerlerin dışarıdan ışık almaması gerekir.”
“Pencereleri içeriden, sunta ile kaplarız.”
“De ki kapladın; boyamalara nokta ışık verilmesini sağlayacak bir elektrik düzeneği kurmak gerekir oraya. Her ampul de, onların taşıyıcıları da dünya para! Bir tek sergi açmak için onca para harcanır mı? En az yirmi, yirmibeş ışık kaynağı, işçilik, kablolar…?”
“Almam da kiralarım ben de.”
“Doğru, dürüst, ofset bir davetiye de bastırmak gerekir. Toplamı, nereden baksan bir milyarı aşar o işin.”
“Sen örneğini ver; onu da hâllederim Hoca’m.”
Sözün özü, alttan girdi, üstten çıktı, açtı sergimizi Haydar Usta. Açılıştan bir gün sonra da sergiye ilişkin bir söyleşi düzenledik aynı yerde. Gerek okulların kapanmış olmasından, gerekse o akşam aptalkutularında ulusal bir ayaktopu (futbol) karşılaşması yayınından ötürü, dinleyici sayısı azdı; ama duyarlıydı izleyenler.
Bir belediyesi vardı Burdur’un. O kentte birçok meslek odası, sendika temsilciliği, varlıklı işadamı ve işletme vardı kuşkusuz. Hiçbirinin gerekli görmediği, değil üstlenmeye kalkışmak, böyle bir etkinliği düşünmek için zaman bile ayırmadığı bir girişimi bir dondurmacı ustası tek başına kotarmayı becermişti işte. Onca etkisiz ve kısır yetkiliye, varsıla örnek olabilmiş miydi ki Haydar Usta?
Onun, öylesi büyük düşleri falan yoktu; kendi deyimiyle niçin açtığını falan da bilmiyordu bu sergiyi; ama açmayı doğru bulmuştu; hepsi buydu!
Gelmiyor sonu sözün! İyisi mi bu mektubu burada noktalayıp, bızdıkları dolaştıralım biraz da.
Sonrası, sonra!
Esen kalın
SAFAİ