ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 26 –
10 Ağustos 2002
Merhaba, merhaba;
Bu kezki mektup, onları düzenli olarak almak için ileti adresi bırakagelmiş olanlar ve sanal doku yöremizi (veb sitemizi) gezme alışkanlığındaki okurlarca garipsenecektir biraz. Kimilerinin nicedir hak ettiği; ancak sabırla geciktirdiğimiz bir tepkiyi içerecek bu kez yazacaklarımız.
‘Taraf’, her ne denli sizler değilseniz de, kimileyin buncağızı, kimileyin de kendini tanımayı yaşam ereği edinmiş gönül dostlarımızı sıkan bir konuya ilişkin görüşlerimizi, sizlerle paylaşalım istedik.
Aşağıda o ‘can’ sıkıcı ‘küçük adamlar ve kadınlar’ı irdelerken, kuşkusuz, öylelerini odak alacak falan değiliz. Onların davranışları da olmayacak asal konusu bu mektubun; o davranışların altında yatan gerekçeyi gün yüzüne çıkartmaya girişeceğiz ‘Tarih’ denen ustamızı da göreve çağırarak.
Hoş olacak, hoş; sıkılmayacaksınız!
Neden gereksinim duyuldu bu mektubu yazmaya; öncelikle bunu sermeli gözler önüne:
Safai’nin Tanrı’dan, Tanrısallık’tan söz edegelmesi, korkunç kertede rahatsız edegeliyor kimilerini. Hayır, onların derdi senin yıllardır kendini eşe, deşe tözüne (cevherine) yaklaşman, sana ‘şah damarın denli yakın olan’a, sana ‘kendi tininden üflemiş’e, ister istemez sevdalanman değil.
Onların o balıksı gözlerinden uzaksın nasılsa; sendeki esenliğin dışa yansımasını bire bir görmekten ötürü de, kendileriyle seni terazinin iki kefesine koymaya kalkışıp kendilerini ‘hafif’ saymalarından dolayı da değil onların o bayağı tepkileri! Karşılaşmamışsınız bile onların çoğuyla!
Onlar için sorun, öncelikle, o ‘sevgili’ye, ona varış yöntemlerine ilişkin yazılar yazıyor, boyamalarında, söyleşilerinde, dinletilerinde o bitimsiz aşkı anıyor, dolayısıyla da – erek edinmesen bile – onları silkeliyor, sarsıyor olmanla başlıyor:
“Bizler, bunca bungun, umarsız, açmazların göbeğinde, o ‘benlik’ denen köpeklerimizi beslemek için yaşamımızı tüketmekteyken, bu adam, nasıl olur daa…?”
Asıl ulumalar, çığlıklar, salyalı haykırışlar, birileri bizi kendisine örnek almaya kalkıştı mıydı fışkırıyor hançerelerden. Adamın birinin bir dağ yamacında yazdıkları, çizdikleri bir kerteye değin dayanılabilirse de, ta yanıbaşlarında, ona benzer birilerine tanık olmaya nasıl katlanabilir o küçük adamlar, kadınlar?
Bilmiyorlar tepkilerinin en dibinde yatagelen gerekçeyi gerçekte. Senin kim olduğunu da algılayamıyorlar. Mantıkçıklarına en yakın gelen bir çerçevenin içine yerleştirip seni, höykürüyorlar ardından “O adam tarikatçııı; kanmayasıın!” diye ama kendilerini müthiş rahatsız eden nedenin, karşılarındaki kişide – sende ya da gönül dostunda – yakalayıverdikleri dirlik, esenlik, dinginlik, erksel dirilik parıltıları olduğunu, onlar da bilmiyor:
“Bizler, bunca bungun, umarsız, açmazların göbeğinde, o ‘benlik’ denen köpeklerimizi beslemek için yaşamımızı tüketmekteyken, sen, nasıl olur daa…?”
Eyy küçük adamlar, kadınlar; o kirli, paslı, gönyesiz, çivileri çoktan çıkmış çerçevelerinizi bir yana atıp da yazagelinmiş olanları bir okumaya, gönül kulaklarınızı açıp anlatılanları bir dinlemeye sizler de başlayabilseniz, daneyle samanı birbirine karıştırmaktan az da olsa kaçınacaksınızdır zahir!
Eyy özlerindeki Tanrısal nitelikleri aramaktan kaçan, kaçınan, ürkenler; birileri sizden daha yürekli, sabırlı ve ilkeli davrandı diye onu olanca bönlüğünüzle karalayacağınıza, sizler de kendinizi biraz tanımaya, sorgulamaya başlasanız ya!
Eyy cazgırlar, şarlatanlar, aymamışlar; esenliği yakalamışları kınamakla, yalnızca İblis’lerinizi, üstelik de geçici bir süre için beslemiş oluyorsunuz! Dinginlik esrikliğini suçlamakla, aşağılamakla, geçici bir süre için doyacak olan o benlik köpeklerinizin önüne, ya yarın kimi atacaksınız; deyin hele!
Safai’yi tarikatçı olmakla karaladıklarını sanan siz sevimli böntellektüeller, eğer o sözcüğü birincil anlamında kullanmaktaysanız, “Evet, Safai tarikatçı.” deriz sizlere; çünkü ‘tarikat’ sözcüğünün asal anlamı ‘yol’dur!
Evet, bir tarikatçı Safai o anlamda, bir yolcu… O, kendini irdeleye kaza, yargılaya kınaya tözünün tözüne değin, doğmadan önceki Safai’ye dek inmenin; dolayısıyla da Tanrı’yla tanış olabilmenin ‘yolcu’su! Yok, eğer sizler onu gönyesiz, camları paramparça, çivileri dökülmüş birkaç çerçevenizden birinin içine, kese biçe, buruştura eğe sokmaya kalkışarak ona, ‘tarikatçı’ yaftasını asıp rahatlayabileceğinizi, onu kirletebileceğinizi sanıyorsanız, vah vahlar size!
Eğer sizler akcamlarda dönem dönem izlediğiniz, kitle ‘kirletişim’ araçlarında kimileyin pisliklerini okuduğunuz şer odağı din tüccarlarıyla Safai’ye aynı donu biçmeye kalkışırsanız, sizlerin cenin beyinlerinize bile uygun gelecek yanıtlar bulmanız gerekecek şu sorulara:
Dünyacıl çıkarlar gütmekte olan birinin bir dağ yamacında ne işi olabilir? Var mıdır öyle biri için bir ‘pazar’ böylesi bir ortamda? Öyle biri, ‘tezgah’ını kentlerinize kurmamakla, en az sizler denli ahmaklık etmiş olmaz mı?
Açalım mı sizlerin gerçek derdinin ne olduğunu biraz daha:
Sizler, “Madem biz sıradanlıkları, nitelik yoksunluklarını, ölü doğuşları, hadımlıkları yaşam biçemi edinmekte, varoluş nedenimizi bilmemekte, kim olduğumuzu sorgulamamakta, nereye gittiğimizi, nereden geldiğimizi ayrımsayamamaktayız, demek ki başkaca bir seçenek zaten olamaz.” diyenlersiniz! Kınayışlarla, kara çalışlarla boğmaya kalkışacağınız ilkeli, dirim dolu, devinime kararlı, ta özünde zaten ve zaten var olan Tanrı’yı ayrımsayıp ona sevdasından ötürü esrikleşmiş birileriyle karşılaşana değin sürüp duruyor ‘başkaca bir seçenek’ olmadığı inancınız. Ne zaman ki sizler gibi olmayan, ya da değişmeye başlayan, etiyle, kanıyla, dipdiri bir örnek görüyorsunuz karşınızda, işte o zaman inmeli tinlerinizin, yol almaktan yoksun kötürüm bacaklarınızın, kendinizi tanımaktan uzak ceninsi beyinlerinizin, küt ellerinizle boğduğunuz tinsel erkinizin tek gerçek olanak olmadığını, olmadığını, olmadığını ayrımsıyorsunuz!
Uyanın, heey!
Can kafeslerinize ödünç olarak sunulmuş o tinlerinizi kin, tutku ve aymazlıklarınızla kirlete kirlete, doğmadan göçüp gideceksiniz yoksa bu dünyadan!
Başkaları adına kaynatageldiğiniz o cadı kazanlarında, kendi kendinizi boğa boğa, çürüte çürüte yaklaşmaktasınız sizlere sunulmuş olan aşkınlaşma fırsatının sonuna; devinin yahu!
Tanrı’nın, herkes gibi sizleri de acunun olanca görkemli nitelikleriyle ta bedensel doğumlarınızla birlikte donatmış olduğunu ayrımsamadan, o niteliklerinizin üstünü örte kapata, onları kirleye paslaya yitip gideceksiniz doğamadan; yekinin!
Ya da, sürdürün varsın bönlüğünüzü, alıklığınızı, ahmaklığınızı; kime ne!
Tanrı bile, “Siz değişmezseniz, ben değiştirmem!” demiyor mu Yalvaç Mustafa’nın ağzından?
Buncağızın tarikatçı (!) olduğunu şıpınişi kestiregelen o yetkin üstuzmanlar (!), aşağıdaki sorulara da yanıtlar bulmuşlardır kuşkusuz:
Bir insan ki Musacı Kabalacılar’ı da, İslamcı Karmatîler’i de baş tacı etmektedir, nedir adı onun o tarikatının?
Hem Hüseyin bin Mansûr’a, hem Zen Budacı Dojen’e, hem Hıristiyanlık kökenli Eckhart’a övgüler düzebilen bir ‘tarikatçı’ya hangi ülkede, hangi yüzyılda tanık olunmuştur be hey böntellektüeller?
Wilhelm Reich’la Celâleddîn’i Rûmî’yi, Karl Marks’la Giordano Bruno’yu, Che Guevera’yla Friedrich Nietszche’yi, Şeyh Bedreddin’le Alan Watts’ı, Şeyh Şiblî’yle Erich Fromm’u aynı tözün damarları sayan bir tarikat var da biliyorsanız söyleyiverin hemen adını onun ki buncağız, ‘kırk yıl, doğru odun taşısın’ o tarikata!
(Sahi, a sevgili dangalaklar; bu düşünü ve düşünürlerin kaçına ilişkin yeterli bilginiz var da, onu, bunu yargılama yetkisi buluyorsunuz kendinizde?)
Az daha gerilere, İsa’dan 400 yıl öncesine gidelim mi bir yol?
Sokrates’in suçlanış gerekçelerini bir anımsayın hele: Onların taptığı tanrılara tapmamak ve söylevleriyle, gençleri ‘bozmak’!
Şöyle bir bakın kendinize ey küçük adamlar ve kadınlar; değişmiş misiniz 2400 yıldır?
Sizlerin şimdilerdeki tanrıları, para, pul, mal, mülk, gönence (konfor) ve orun (makam) sevdası öyle değil mi?
Günümüzde, işte bu tanrılarınıza tapmayanlar oldu muydu, onları yargılamaya, kınamaya, suçlamaya, karalamaya kalkışmaktasınız! Eğer onları bu yüzyılda da çarmıha gerebileceğinize, fiziksel anlamda yok edebileceğinize bir inanabilseniz; bunu gerçekleştirmekten bir ân bile kaçınmazsınız; değil mi?
Nasıl da kararlısınız değişmemeye!
Sizler, sayılamayacak denli kalabalıksınızdır ey küçük adamlar, küçük kadınlar! Karasinekler, ökseotları, küskütler, sülükler, lağım fareleri denli çoksunuzdur sizler! Gençleriniz, yıllardır sizlerin ve benzerlerinizin düşün(me)celerini dinleye dinleye, davran(ma)yışlarını göre göre büyüyegeldi; öyle değil mi?
Ama bir de bakıyorsunuz ki birileri o gençleri ‘bozuveriyor’!
Yirmi, yirmibeş, otuz yıl boyunca, çevrelerinde her ve her kimler varsa işte onların tümü tarafından ketlenmeye, donuklaşmaya, tinsizleşmeye yönlendirilen , benimsediğiniz putlarınıza tapmaya zorlanan o gençleri birileri bir ânda nasıl oluyor da ‘bozuveriyor’; bir anlatın hele!
O ‘birileri’, ister Sokrates denli bilge bir öğretmen olsun, ister buncağız gibi bir çoban, onca yıldır koşulladığınız bu insanları yalnızca birkaç gün içinde, birkaç on saatte nasıl değiştiriveriyor?
Sakın bunun nedeni, yaşam biçemlerinizin, esenlik sağlamaktan alabildiğince uzak bir kör dövüşü olmasından kaynaklanmasın? Sakın tapılası saydığınız tanrılarınızı, gerçekte insanı şeytana, yalnızca şeytana bağımlı birer ahmağa dönüştürmek için türetmiş olamayasınız?
Neredeyse kuduruyorsunuz, kanlarınız minicik beyinlerinize sıçrıyor, sözde çağcıl, sözde özgürlükçü anlayışlarınızı bir ânda unutuyorsunuz , yakınlarınızdan biri kendini tanımaya, tanrılarınıza gülüp geçmeye, varoluşunun asal nedenlerini sorgulamaya kalkıştı mı!
Kimileriniz “Devrimciyim!” falan da diyebilecek denli ‘haddini’ bilmezce savlarda bile bulunabiliyor olanca katılığına, hantallığına, köhneliğine karşın iş söze geldi mi; ama gerçek bir devrime, öz devrimlerine sıvanan bir oğlunuz, kızınız, kardeşiniz oldu mu, onu boğmak, hadım etmek, kısırlaştırmak için bir faşistten daha acımasız davranıyorsunuz.
Böylesine ikiyüzlülüğü nasıl beceriyorsunuz küçük adamlar, kadınlar?
Sizler, gerçekte binlerce yıldır süregelen o çapsız yargılarınızdan ve yargılayışlarınızdan ötürü, tarihin “Ölü doğmuşlardır onlar; sorgulanmaya bile değmezler!” dediği türün son dönemdeki örneklerisiniz! Sizlerle salt bu ülkede, salt bu yüzyılda karşılaşılmadı, biliyorsunuzdur. Yalvaç İsa’yı, çarmıha germek üzere Golgota’ya götürenlerdiniz sizler. O dirim dolu insan, nasıl da capcanlı kanıtlıyordu kötürümlüğünüzü, nasıl da rahatsız olmuştunuz bundan ötürü!
Yahuda, sizlerdiniz; değil mi? İsa’yı yakalamaya giden rahipler de, onu yargılayan Pilatos da yargı evresinde “Onu çarmıha ger, onu çarmıha ger!” çığlıkları atanlar da, sizlerdiniz!
Demek, 2000 yıldır varsınız, en azından!
Hele yeniden dönelim 2400 yıl öncesine:
Öfkeniz, Sokrates’in kişiliğine mi karşıydı, yoksa onun birkaç uyarısı sonucunda gözleri, usları açılıveren gençlerinizin, sizlere eleştirel bir açıdan bakıvermeye, yaşamın anlamını sorgulamaya, “Ben kimim?” sorusuna içten ve gerçekçi yanıtlar aramaya başlayışlarına mı?
Sokrates’in öldürülmesiyle, işte tüm bu yetkinleşme girişimindeki kişiler, tarihten, bir daha buna özlem duymamacasına, silinecektir sanıyordunuz. Öylece ne mallar olduğunuz hiçbir zaman ortaya çıkmayacak, gençleriniz, aşkınlaşıverip kabızlığınızı gözlerinizin önüne seremeyeceklerdi, öyle ya!
Nasıl ki bu ereğinize 2400 yıldır ulaşamadıysanız, bundan sonra da ulaşamayacaksınız! Çok mu çok sayıda olmasa bile, hep birileri bir ayna tutuverecek bir gün sizlerin sizleri görüvermesi için, önünüze. Bakacaksınız ki bir çoban, bir aylak adam ya da bir serçe, bir kelebek, bir çiçek, o gençlerden kimilerinin aşkınlaşmayı asal varoluş nedeni saymalarını sağlayıverecek! Çünkü onlar zaten ve zaten nicedir öylesine bir ivme beklemekte!
Kelebekleri, serçeleri ya da çiçekleri de mi tu kaka saymaya, tarikatçılıkla suçlamaya, yok etmeye kalkışacaksınız?
Gerçi sizlerin savlarınıza yarar sağlayacağı inancıyla buncağıza sorabileceği, dişe dokunur bir tek soru bile yok; ama bizim size anlatacaklarımız da, soracaklarımız da bitmedi daha:
Bundan 1200 yıl önce de ‘işbaşında’ydınız.
Başlarınızda dinibilimci(!) sarıkları, beyin boşluklarınızda çiyanlar ve akreplerle ve salt kan pompalama işlevini yerine getirmekte olan, kayalardan daha duyarsız, daha katı yüreklerinizle, bir yol erini, bir ermişi tartaklıyordunuz Bistam kentinde.
Yedinci kez kovmaktaydınız Bayezid’i Bistam’dan!
Sormuştu sizlere Bayezid: “Beni hangi nedenle kovuyorsunuz?”
İçinizden birkaçı höykürmüştü salyalı, sümüklü bir sesle:
“Sen, işe yaramaz bir adamsın da ondan!”
“Bu Bistam kenti…” demişti Bayezid, gülümseyerek, “…ne’ylesine kutlu bir yerdir ki, içinde yaşamakta olanların en işe yaramazı Bayezid’dir!”
Ve yürüyüp gitmişti, sizleri o korkunç aymazlıklarınızla başbaşa bırakarak!
Siz, küçük adamlar, kadınlar, kendinizi işe yararlar kümesi kapsamında görebilmek adına, hâlâ kovmayı kurmaktasınız birilerini kentlerinden, kasabalarından, ülkelerinden, dahası yeryüzünden! Ancak, görüyorsunuz ki, sizler gibi düşünmüyor, değerlendirmiyor tarih olan bitenleri, sizleri ve düşmanlarınızı!
750 yıl öncesine de sıçrayalım mı bir yol?
“Vakit irişti!” deyip, dingince yerinden kalkmış ve sizlerin, kendini öldürmek üzere toplanmış olan sizlerin ardısıra yürüyüvermişti Tebrizli Şems o gece!
O sıradışı aşkın insana tanık olmak, kişinin eğer diler ve çabalarsa, böylesine yetkinleşebileceğini kendi gözlerinizle görmek, yabanıl bir yaratığa dönüşmeniz için yetmişti de artmıştı bile!
Hadi, deyin; öldürebildiniz mi Şems’i gerçekten de? Şems’in Rûmî’de ortaya çıkmasını sağladığı o Tanrısal erki yok edebildiniz mi?
Ah nasıl da akmaktınız, kıydığınız bedenleri kör kuyulara atmakla yetkinleşegelmiş tinleri de boğabileceğinizi sanırken!
Ah nasıl da kıskanmıştınız bir ‘divâne’nin, bir deli dervişin, “Şeyh’im!” dediğiniz sözde saygılar duyup başınıza taç ettiğiniz birine, Rûmî’ye sizlerden daha yakın oluvermesini onu bir ânda ‘yoldan’ çıkarmasını!
Yahu; 750 yıl geçmiş aradan; ama hâlâ düşmansınız aşkınlıklara gebe tinsel etkileşimlere! “Neden ben değil de o?”culuklara nasıl da tutsaksınız!
Yahu; bir mikroncuk gelişim gösterin, bir mikroncuk değişin!
Şems, bugüne değin yazılagelmişler arasında en nitelikli sayılan bir dîvânda, Rûmî’nin dîvânında 700 yıldır yaşıyor. Sizler olmasaydınız, sizlerin o hayınlığı olmasaydı, yazılmayacaktı belki o dîvân. Hani, baştan aşağı yararsız da sayılmazsınız siz küçük adamlar, kadınlar!
Haa, önemli bir şey var yalnız bilmeniz gereken: O öldürebildiğinizi sandıklarınız, Tanrı katında yerlerini alabilecek denli yetkinleşmiş tinlerdir; can kafesinden kurtuluştur bedensel ölümler onlar için. Sizlerin hiçbir zaman tanık olamayacağı esenliği her ve her koşulda yaşayabilmeyi becerebilenlerdir onlar; yeter ki yetkinleşene değin paçasını kurtarabilsin kişi sizlerin elinden!
Hayır, ne Meister Eckhart’a ettiklerinizi, ne Seyyid Nesîmi’ye çektirdiklerinizi yazacağız. Hayır Yunus’un, Rûmî’nin sizler gibileri hangi belirteçlerle tanımladığını bir başka zamana, buncağızın sizi ve ettiklerinizi enine, boyuna kaleme almaya karar verdiği betiğe saklayacağız. Yalnızca Hallac-ı Mansûr’a ettiklerinize de öylesine bir değinip susacağız şimdilik:
O Hallac-ı Mansûr, Tanrı’nın insanda varolduğunu sizlerin de en az kendisi denli ayrımsayabilmeniz uğruna vazgeçmişti yaşamaktan. Sizlerin de en yüce katmanlara erişebileceğinizi birebir kanıtlayabilme uğruna canından oldu Mansûr. Oysa ‘yarasalar’, kanını akıtmak üzere götürülmekte olan Hallac’ı, bir ânlığına olsun algılayabilmeye kalkışacaklarına, taşlamışlardı!
İlk taşı, bir kocakarı atmıştı! “Ben, sabuk bir yaratık olarak yaşayıp dururken, bunca kendimden uzak, bunca bungun, karanlık, silik ve niteliksizken sen aşkınlaşacaksın ha?” diye düşünmüştür mutlaka!
Hâlâ sürdürmede varlığını o kocakarı ve benzerleri 21’inci yüzyılda bile! Şimdilerde, genç bir kız kılığında, sevdiğini savladığı erkeği taşlamakta, kendisi gibi olmadığı, putlara tapmadığı için!
O kocakarı, bugün bir anne görüntüsü ardına gizlenmiş, öğütler vermede kızına:
“Sürüden ayrılmaaa… Kandırırlar seniii…”
“Kendini bil!” diyenlere karşı, kızını korumada o anne hâlâ, yapay öcüler sürerek ortalık yere!
Oğlunda tinsel pırıltı gördü müydü, çıldırıyor o kocakarı bir baba olmuş da şimdi:
“Bizleri beğenmiyorsun artık! Senin beynini yıkayanlar mı var haa?”
Derdi kendisinde hiçbir zaman olmayan bir esriklik dinginliği yakalaması oğlunda!
Bir ablaya dönüşmüş o kocakarı 2002’de; kız kardeşindeki devrimlerden ötürü, olmayan canı bunalıyor! “Sen bunca bungunken…” diyor İblis’i ona; “…nasıl olur da kız kardeşin gün be gün bir melek denli dingin, esrik ve esen olabilir?”
Kız kardeşinin dirimsel erkini boğazlasınlar diye, tanıdığı, tanımadığı herkesi ‘göreve’ çağırıyor! O paspal, iki paralık erkini, bu işe ’seferber’ ediyor onca küçük adam ve kadın!
Evet küçük adamlar, kadınlar; sizlerin derdi ne buncağızla ne de onun benzeri ‘yolcu’larla. O yolcular ki erekleri, kendilerindeki gizil güçler ortaya çıkana değin tanıyabilmek tözlerini. O yolcular, biliyorsunuz ya, sizlerin o korkunç tinsizleştirici yanınızı çoktan ayrımsamışlar!
Evet küçük adamlar, kadınlar; sizler ne buncağıza ne de o yakınlarınıza düşmansınız. Sizler, Sokrates’e, İsa’ya, Hallac’a, Şems’e falan da düşman değildiniz gerçekte, öldürürken onları!
Sizler, aşkınlaşmanın ta kendisine, niteliklilik özlemine, putlara değil de tözlerimizde yansıması bulunan Tanrı’ya yakınlaşma ereğini odaklayışlara, kutlu dirimi ayrımsayışa düşmansınız. Sizler, özde başlaması gereken devrimlere düşmansınız!
Evet küçük adamlar, kadınlar; tarih, sizler gibi nicelerine tanık oldu, oluyor, olacak! Erişemeyeceğinizi sandıklarınızı kargışlamaktan, kısır düşlerinizde bile ulaşamayacağınız konumlara daha ilk adımda varmışları kınamaktan, olamaz sandıklarınızı olur kılanlara öfkelenmekten cayıp bir de sizler yekinseniz ya!
Şeytan’larınıza hizmeti bir ân boşlamayı bir düşünün hele; ne dersiniz?
(SAFAİ