ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 14 –
25 Nisan 2001
Gencecik bir yosma denli albenili, kıpır kıpır, cilveli bir bahar, süründüğü onca kokusu, takındığı onca görkemli kolye, bilezik ve yüzüğü, büründüğü nice cıvıl cıvıl giysisi ve binbir fısıltı, inilti ve ezgiyle, gece gündüz çağırıp durmakta buncağızı dışarı. Oysa, içeride, boyama bezleri var, fırçalara hasret. Betikler, bekleyip durmakta içeride, okunmayı. Ve Tanrı’ya odaklanma olanağı var içeride, yeğlenesiliği tartışma götürmeyen… Yaşamsa, geçen bir dostsa da yazdığımız gibi yeğleyişlerin bileşkesinden başka bir şey değil!
Söz bahardan açılınca, üstaşkınlığın (kemâle erişin) doruklarına varagelmiş bir bilgenin, Râbia’nın aşağıdaki söyleşisini anımsamamak olanaklı değil.
Râbia, bahar ayları geldi mi, bir eve çekilir ve hiç dışarı çıkmazmış. “Dışarı çık da şu sanat yapıtlarına bir bak!” demiş bir dostu bir gün ona.
Sen içeri girsen de, sanatçıya bir göz atsan olmaz mı?” diye sorup sözlerini şöyle sürdürmüş Râbia:
“O yapıtları incelememi, sanatçısına bakmayı yeğleyişim engellemekte.”
Mektup Râbia’ya değin uzanınca, ilkin, Tanrısal Bir Kadına isimli dosyamıza adını veren dizelerin yer aldığı özünümüzü sizlere aktarıp, sonra da sözü, buncağızın ‘kadın’a ilişkin görüşlerine vardırmak geçiyor gönlümüzden bugün:
yirmiüçaralıkdoksanaltı
neylenir bir ozanın
uzamında şu ânda
yasemin renkli yellerle gelen bir serinlik
erginleşip yanaklarda
tam göğüs kafesinde göğerince neylenir
ölmesi olanaksız
tanrısal bir kadına
özünler dizelenir
divane eğlenişleri dağkırlangıçlarının
önce gözlerde balkıyıp
sonra gönüllerde döllendi mi neylenir
doğması olanaksız
tanrısal bir kadına
özünler dizelenir
ağartılmış bir aydınlık
silik anılardaki akşam ninnileri gibi
sarmalar da tini genceltirse neylenir
olması olanaksız
tanrısal bir kadına
özünler dizelenir
‘Dişil ten içre bedenlenmiş’ kimi dostlar, bir oranda da haklı olarak, yukarıdaki özünün son dizelerinden dolayı, kadınları, gizemcilik ölçeğinde, bütünüyle ‘umutsuz birer vak’a’ mı saydığımızı sorarlar.
Yanıt, genellikle kısa olur:
“Râbia’ya döneminin gizemcileri, ‘…er kişi’ derlermiş.”
Kimileyin, yetmez bu açıklama; söze söz katma gereği doğar:
“Kadın, kendisine ataerkil toplum düzeninin yüklemeye kalkıştığı ve büyük oranda da becerdiği o dişil kimliğini bir ‘pazar değeri’ olarak ortaya sürmekten kaçınabildiği oranda, asal kimliğine yak(ın)laşacaktır. O kolaycı ve şeytansı kimliğini alt edebildiği kertede de, özünde kuşkusuz barındırdığı ‘er kişi’ boyutlu nitelikleri, yani yetkinleşime gebe özellikleri soluklanabilecek, devinim kazanacaktır.”
(Web sitemizin ‘Denemeler’ sayfasında yer alan ‘Kadınım’ isimli çalışmada, konuyu daha ayrıntılı bir açıdan ölçüp biçtiğimiz için, “Dileyenler o sayfaya bir göz atabilir.” deyip, yeni basılan betiğimizden söz edesimiz var biraz da:)
Martı Jonathan’dan Yünatanmartı’ya isimli romanın ikinci basımı, ‘İyiadam Yayınları’nca, geçen hafta yayınlandı. Roman, gerek İncil’de yer alan, gerekse İslam gizemciliğinin ünlü ustalarının anlattığı ya da yaşamöykülerinde anlatılmış birçok öyküyle beslenerek geliştirildi. İkibin yıl önce yaşanan sorunların, varolan soruların, günümüzde de asal sorunlar ve sorular olarak boy göstermesi, neredeyse dehşete kapılmayı gerekli kılıyor. “İnsan…” denen o sözde ‘düşünen hayvan’ın bunca yüzyıldır ne’yleyegeldiğine, ne denli yol aldığına! ilişkin, dişe dokunur bir veri yakalayabilmek, tarihimizi bu açıdan gözden geçirdik mi, pek de olanaklı olmuyor.
Kendisini yetkinleştirmektense, kullanacağı aygıtları becerikli kılmayı varoluş ereği edinegelmiş olup duran bizler, ne zaman benimseyeceğiz, yüzyıllardır yanlış hedeflere ulaşmak üzere, boşuna debelenmelerle, pisi pisine, isyan edilesi bir aymazlık çemberinde sıkışıp kalmışlığımızı?
Birileri çıkıp da, “Heey; durun hele, bir mola verin ve hiç değilse birkaç saat tartışalım şu son bin ya da beşyüz yıldır nereden nereye vardığımızı.” demeyecek mi? Yoksa bunu gündeme getirenler hep olmuş da, bizler mi duymamışız onlar’ı? Ya da, yerküreye gelip giden trilyonlarca canlıdan kaç tanesi işini, gücünü bırakıp da, söylenenleri enine, boyuna, derinliğine irdelemiş?
Sorunu tarihsel ve dünyasal bir boyutta ele almak yerine, birey ölçeğinde gözden geçirmek, daha usçu bir girişim olabilir belki. Öyleyse, gelin, üç, beş soru soralım kendimize: Bu yaşlarımıza değin el üstünde tutup durmuş olduğumuz amaçlardan kaçını gerçekleştirebildik? Gerçekleştirebildiğimiz amaçlardan kaçı, bizleri, umduğumuz oranda hoşnut, esen, doygun kılabildi? Erişmeyi hedeflediğimiz amaçlardan kaçını bugün de, yeniden amaç edinirdik, eğer bizlere yeni bir yeğleyiş şansı sunulsaydı? Bugünkü işlerini ve eşlerini diğer seçeneklerden üstün tutagelenlerimizin oranı nedir acep? Edinebilme özlemiyle yana tutuşa yıllar tükettiğimiz özdeksel (maddi) birikimlerimize bir göz atıp da “Değdi mi?” diye soracak olsa, kaçımız “Değdi be!” diyebilecektir?
Neyse; yukarıdaki soruların ardını getiren getirsin gayrı.
Mektubun sonunu, ağıla inip geldikten sonra bağladığından dolayı, yine oçocuklardan söz edecek buncağız:
Topaç gibi oldu kuzucuklar. Tahirova soyundan gelme kızları, birbuçuk ay sonra yeniden çiftleştireceğiz. Demek, Ekim sonunda, yeni bebelerle dolacak buralar. Sakız adası kökenli diğer dört kız da, bol süt vermelerinden ötürü, daha sonra koça katılacaklar. Sakızlar’dan ikisi, Kırçıllı’yla Azkara neredeyse bir ay sonra doğuracaklar; dolayısıyla diğerleri sütten kesilirken onları sağmaya başlayacağız. Demek, yaz boyunca peynir üretip duracağız.
(Bizim tek ‘lüks’ümüz de bu işte efendim. Hak ettiğimiz sanısındayız ve hoş görmenizi dileriz.)
Herşeye Karşın Esen Kalın,
SAFAİ