ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 12 –
3 Nisan 2001
Ekonomik faciadan en az etkilenen kişinin, siz, en çok darbe yiyenlere, merhabası süregeliyor hâlâ. Günde bir öğün yiyen, iki yılda bir çift mest, altı ayda lastik eskiten, iş giysileri dışında üst baş harcaması olmayan, sebzesini, yağını, peynirini kendisi üreten, ekmeğini kendisi pişiren birinin ne harcaması olur ki? Biraz boya, boyama bezi, elektrik, telefon, çay, şeker gideri, biraz da kuzucuklar için ilaç parası filan…
‘Allah rızası için birkaç dilim ekmek’ isterdi dilenciler çocukluğumuzda. Öylelerinin dönemi de kapandı nicedir; dilenciler bile, ‘nakd’e diktiler gözü; ekmek, mekmek isteyen yok!
İnsan, bir ân, bu doyumsuz, yetinimsiz, tüketken toplumun, hangi üretimlerine güvenip de böylesine azıverdiğine us yorma gereği duyuyor. Dizgenin açıklarından, politik çıkar ilişkilerinden, ya da çirkin mafya bağlantılarından yararlanarak koca bir ulusun kenesi ve ökseotu olanların sınırsız savurganlığı, düşlerini süslemiyor mu çoğumuzun? Erich Fromm’un deyimiyle, “Ben, tükettiklerim ve iyelendiklerim oranında varım.” diyenler kervanına bu ülke insanları da katılmadı mı kitle ‘kirletişim’ araçları aracılığıyla? Anamalcıların, palazlanmadan da öte, birer gulyabaniye dönüşmelerinde, yok mu bizlerin de payı? ‘Kabahatin çoğu bizde değil mi benim kardeşlerim?’
Keşke şu ekonomik tıkanıklık, en azından, yaşam biçemlerimizi otopsi masalarına yatırmamızı sağlayabilse!
Bir bey, “Ben şu Safai’yi de sevmiyorum”la başlayan bir ileti göndermiş Antimai e-iletişim listesine geçenlerde. Bilemezsiniz nasıl da sevindik! Hayır, dalga falan geçmiyoruz; gerçekten sevindik; çünkü, ortalama insanın olumsuz tepkisini, doğru yolda olup olmadığımız yönündeki ‘sağlama’lardan biri olarak değerlendirmekteyiz nicedir.
Konuyu, şu sevme, sevilme olgusunu biraz daha açalım mı?
Birkaç gazeteci, birçok ülkede bol mu bol basımlar yapan ‘Gülün Adı’ isimli romandan ötürü, Umberto Eco’yla söyleşi yapmaktayken, sorarlar ona:
“Bu başarınızı neye borçlusunuz?”
“Ne başarısı ya hu;” der Eco; “…bu roman bu denli çok satmamalıydı; bir yerlerde hata mı yaptım acaba?”
Ortalama insanların bu yoksula karşı ilgisi, sevgisi falan artıverdi miydi, ânında sorgulamaya başlamakta Safai kendini:
“Bir yerde hata mı yapıyorsun acaba?”
İslam kökenli tarikatların (Günümüzdeki çıkar çevrelerinden, yoz din tüccarları güruhlarından söz etmiyoruz “Tarikat” derken; aman yanlış anlaşılmasın.) kökü, Melâmilik’e dayanır. Ne dünyasal kaygılar vardır o ‘yol’u yol edinenlerde, ne de ahret korkusu. Kalabalıkların kendilerine karşı gösterdikleri ilgi bir mihenk taşıdır Melâmiler için. Erek, beğenilmek değil, tam tersine, yadsınmak, yok sayılmak, dışlanmaktır. İşte o görkemli insanlardan birinin, Süfyân-ı Sevrî’nin şu sözlerine bir göz atın hele; anlatılmak isteneni daha iyi özümseyeceksinizdir:
Bir komşusunun cenaze namazına giden bilge, cenazeyi kaldırmak için toplanmış olanların, adamın iyiliğinden söz ettiklerini duyunca şöyle der:
“Eğer halkın ondan hoşnut olduğunu bilseydim, cenazesine bile gitmezdim. Kişi ikiyüzlü davranmadığı sürece halkın hoşnutluğunu kazanamaz.”
Şimdi, dönelim başa:
Birilerinin buncağızı sevmemesinden ötürü, alınıp kırılanlardan değil, tam tersine, yüreğinde güller açanlardanız. Gerçek zorluk, yük, yükümlülük, sıkıntı, sevildik miydi, sayıldık mıydı başlıyor. Buncağız denli ödünsüz, yalakalıktan uzak, beğenilme istençlerinden arınmış, eleştirel bir yapıyla yaşama, kendisine ve her şeye bakagelen bir Ademoğlu’nu, yalnızca benzerleri seviyor. İşte o zaman da kendimizi terazilere koyup koyup tartmaya, arşınlamaya, endazelere vurmaya başlıyoruz: “Bu sevgiyi hak edebilecek nitelikte bir herif miyiz ki acep?” sorusu, bir burgaç gibi delmeye başlıyor beynimizi, yüreğimizi. Bizi – yanlışlıkla – seviverenlerin bu duyguları – gerçekte ‘kendi’lerinin bizim tarafımızdan sevilmeyi istemelerinden kaynaklanmamaktaysa – saf mı safsa, katışıksızsa, çıkarsızsa, onlara, yüreğimizden yüz okka yağ veresimiz geliyor.
“Sen kaç okkasın ki de yüreğinde yüz okka yağ olsun?” mu demektesiniz? Sizlere, iki yıl önce yaşama gözlerini yuman dil ustası bir yazar ağabeyden, bir dosttan, Abbas Sayar’dan dinlediğimiz o güzel öyküyü anlatalım öyleyse:
Kanadı her nedense kırılıveren bir serçe, tam tepesinde uçmakta olan bir kartal görünce, olanca sesiyle bağırır:
“Kartal kardeeş, beni, derenin karşı yanına, çocuklarımın bekleşip durduğu çalılığa taşırsan, sana, yüreğimden bir okka yağ veririm.”
Serçenin durumuna üzülen kartal, işini gücünü bırakıp yanına konduğu yaralı hayvanı sırtına alır ve yuvasına değin bırakır. Kartal, tam uçup gideceğinde, sormadan edemez serçeye:
“Yüreğinden bir okka yağ vereceğini söylemiştin bana; tüm bedenin kaç dirhem de bir okka yağ adamaktasın?”
“Kartal kardeş, kartal kardeş; herkesin kendi okkası, dirhemi vardır!”
Bizim de kendi okkamız, dirhemimiz var sözün kısası.
Şu sevme, sevilme konusu, pek hoşlandığımız bir fıkrayı da, nedense, anımsayıvermemize gerekçe oldu:
İdris:
“Ula Temel; ben Ateist oldum.”
Temel:
“Allah’ın da pek ..kindeydi ya!”
Büyüyüp duruyor kuzucuklar. Toplam onbir taneler. İki de hamile kız var, yaklaşık iki ay sonra doğuracak olan. Her birinin daha şimdiden farklı birer erişkin olacaklarına ilişkin verileri gözlemlememek olanaksız. Annelerin sütleriyse, gerek bebeciklere, gerekse peynir yapımına bol bol yetmekte. Tanrı, şu sıralar iki gönül insanını birden yanımıza gönderdiyse de, işlere yetişebilmekte zorlanıyoruz. Şimdi fide üretme dönemi çünkü: Domates, marul, biber…
Bir de bülbül dinleme dönemi şimdi.
Haydi eyvallah
SAFAİ