ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 11 –
27 Mart 2001
İşte son haftası Mart’ın; bademlerin, dahası erik ve kayısıların, donmalara hazırlıksız çiçeklenişinden Mart merhabaları sizlere. Balarılarının bacakları arasında dillenen nice meyve çiçekleri “Hiç değilse” demekteler “…bala dönüşeceğiz meyveleşemesek de.” İşte o çiçekleri – geçici bir süre için de olsa – esen kılan arıların da selamı var efendim.
Bir de şahlanan yoncaların, fiğlerin…
Bir de kuzuların…
Ağılı yurt edinen bir çift kumrunun…
İşte öyle!
“Alt yanımı gurt (kurt) yese, üst yanım duymağya (duymuyor)!” derdi anneannemiz fazlaca yoruldu mu. Oncağızınkinden daha mı çok yorulmakta beden yanımız ne?
“Tenimizi kurt tüketse, tinimiz ayrımsamıyor.” demek geliyor kimileyin içimizden.
Yorulmak güzel, yeter ki yığılıvermesin kişi olmadık bir zamanda…
İlkin kalemle yazılmakta, kağıda kalem ile dökülmekte bu mektuplar. Bilgisayar sonradan girmede devreye. Kalemin türü konusunda pek bir koşullanmamız olmasa da, teksir kağıdı denen türden malzemeyi yeğliyoruz üstünde kalem oynatmak için genellikle. Kağıt hâlâ teksir kağıdı olarak anılsa da, kim bilir nice zaman oldu teksir makinelerini kimseler kullanmayalı. Oturup da mektup yazan, şöyle kâğıt, kalem, zarf, pul falan kullanılan mektuplardan yazanların sayısı da tükendi tükenecek sanki. Bilgisayar aracılığı ile birkaç iletisi elimize ulaşan bir dosta, “Ya hu şöyle kâğıtlı, zarflı, ten kokan, sen kokan bir şeyler yaz da postala.” demiştik. Sonraki görüşmemizde, haftalar önce, “Daha” dedi; “…ancak dört sayfa oldu yazdıklarım. Kolay mı mektup yazmak sana?”
Kolay gelsin, ne diyelim.
Bu mektuplar dışında pek kaleme gitmiyor elimiz birkaç haftadır. Fırçalaraysa, nicedir neredeyse küsüz sanki. Oysa, ‘Yol Koçaklamaları’ dizisi boyamaları akıp durmakta çalışma odasına iniverdi mi buncağız. Dizinin ve serginin bildirgesiyse, gri hücrelerimizde çoktan mayalandı da ‘tabağa’ aktarılmayı bekliyor. Bugünler ve geceler de kesintisiz ve tam gün çoban olma biçiminde programlanmış demek bir yerlerde bu yoksul için. Gerek bayramda uğrayan eş, dost, gerekse telefon konuşmaları aracılığıyla ya da bu mektuplarla durumumuza ilişkin bilgi edinenler “Senin boyaman gereek…” diyorlar; “Senin yazman gereek…” Kuşkusuz haklıdırlar; ne var ki biraz da böyle gitsin bakalım. Hele şu çocukları evlat edinecek birileri çıksın bir yol; sorumluluk hafiflesin; kaldığı yerden başlar boyamalar da, çeviriler de yeniden.
Birileri bir yerlerde bir ozanın ‘itibar’ını iade etsek mi, etmesek mi tartışması yapıp durmaktaymış nicedir. Üzerinde düşünce yürütmeye yeltendikleri o ozan, uluslararası boyutta, bu ülkenin sayılı yüzaklarından biridir. İki doğru tümceyi ardı ardına getirmekte zorlanan, yaşamları boyunca okudukları betik sayısı iki elin parmağını aşmayan bakan beyler Mavi Gözlü Dev’in ‘itibar’ını ‘iade’ edeceklermiş; breh, breh, breh…
Beyler, beyler; ister yandaş ister karşı olun düşünüsüne; bilge Yunus’tan beri bu dilin, Türk Dili’nin bu en yetkin ozanına ilişkin olumsuz görüşler falan öne sürmeden önce, kendi ‘encam’larınıza bir bakın hele yahu!
Hiçbir politikacı, hiçbir andırıcının (sanatçının) saygınlığını (itibarını) ne elinden alabilir; ne de böylesi bir yanlış düzeltmeye kalkışıldı mı, “Aman sürsün eski politikamızın o ayıbı.” diyebilir. Tarih var ya tarih, işte tarih, en yüce yargıç, Nazım Usta’yı vatandaşlıktan çıkartanları çoktan çıkarttı sayfalarından; süpürdü çoktan onları. Saygınlıklarının geri verilmesi için vatandaşlıktan çıkartma kararına imza atan politikacı yakınlarının, her kimlerse işte onların, tarih önünde ve yakınları adına özür dilemeleri gerekir o karardan ötürü.
Efendim, Nazım Hikmet’i vatandaşlığa alsak mı diye tartışmaktaymış ya kimileri, işte o ‘kimileri’ ilkin kendilerine, ‘nasıl gerçek bir vatandaş olunur?’ sorusunu onlarca kez sorsunlar hele. Kendileri, geçtik bakan olmaktan, iyi birer insan olma niteliği edinmiş kimseler mi, öncelikle bunu sorgulasınlar. Eğer, içtenlikle ‘Evet’ yanıtları edinebilirlerse, ancak o zaman tartışsınlar başkalarının vatandaşlığını.
Haddini bilsin herkes.
Biraz da ‘Doğanın Seyir Defteri’ne göz atalım dilerseniz, sonra da güle güle, sonra da eyvallah.
yirmibeşmart
ağıtsı bir sızlanışı anımsatmada
ısınmakta olan topraktan ağan
süreğen çıtırtılar
sızlanırken bir yandan
donan tohumlarına
çilekeş toprak ana
bir yandan da
kalanları kollamaya çabalar
yirmisekizmart
şırıl şıpır bir yağmur
yıkar kil topaklarını
taşlıkta dünden kalan
topak toprağa karışınca kıvanır
neminse gökte gözü
buharlaşacağı zamanı kurar
bıkar da yükünden toprağın
ıssılık umar
otuzmart
vurur durur meşenin
en kabuklu dallarına
kanat uçları kırmızı
bir çift gri ağaçkakan
takırtı tırtıklar mı ki
yutulan tırtılların
koza deliş düşlerini
otuzbirmart
iki sarı kelebek
seksek oynamaktayken
dişi olan kanadını incitmiş
anlaşılan erken bahar kapıda
anlaşılan kış bitmiş
SAFAİ