ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 10 –
15 Mart 2001
Bayramları bayram gibi geçenlere de, geçmeyenlere de merhaba.
On gün boyunca konuğumuz olanlarla -ister istemez- söyleşip durduk. Sorulara yanıt, sorunlara umar olunmaya çabalandı becerebildiğimizce. Ancak, söze yazık edilip edilmediğini kestirebilmek, olanaksızdı kuşkusuz. Hakkımızda kimin ne düşündüğünü, düşüneceğini falan umursadığımız yok gerçi; ama insan, en azından, zamanının boşa geçip geçmemekte olduğunu da tartma gereksinimi duymuyor değil.
Hele dinleyin şu yaklaşımı:
Hedefe kestirmeden varabilmeyi amaç edişinden ötürü kırıcı davranmaktan pek de kaçınmayan bir Sûfî’nin evinin duvarlarından birine, şu sözlerin yazılı olduğu bir kâğıt iliştirilmişti:
Ağzımızdan dökülenlerden dolayı öfkelenirseniz bize eğer, o zaman bilesiniz ki, hiç de hak etmeksizin, sanki bir raslantı sonucu girmişsinizdir bu kapıdan içeri.
Bize kırılıp, alındınız mı sözlerimizden? Demek ki siz, en azından, duyarlılığını yitirmemiş, söylenenleri umursayan birisiniz. Ne var ki, beğenilme isteğinizin nedenini sık sık düşünmenizde yarar olduğu kesin!
Ey bu uzamdan kırılmadan, öfkelenmeden, kızmadan ayrılanlar; ya alıksınız sizler, ya da sunulmakta olanın gerçek isteklileri.
Bu öykünün ardına, Celâleddîn-i Rûmi’den bir alıntı nasıl da iyi gider:
“Kişinin, tinsel güçlerine egemen olması, Büyük İskender’in dünyayı fethedişinden daha zor bir iş, büyük bir kahramanlıktır. Asıl zorluksa bundan sonra başlar: Hiçbir şeyi değiştirecek gücü olmaksızın her şeyi bilmek, anlamak ve dünyanın çılgınlığını izlemek.”
Ey sevgili Bilge; geçtik koskoca dünyanın çılgınlığını izliyor olmanın zorluğundan; tek tek bireylerin aymazlıkları, hamlıkları, çiğlikleri, şeytansılıkları bile dağlayıvermiyor mu yüreğini insanın? Evet, onlar da aynı geminin içindeki kardeşlerin senin ve salt yukarıda anılan nitelik(sizlik)lerini gün be gün artırmakla kalmayıp, seni bereleyebilmek için fırsat kolluyorlar. Üstelik, öyleleri, yaratanın birer yaratılanı oldukları için, onlara, zaman zaman da olsa katlanmak zorunda kalınmakta.
İyi ki buralardayız, kentlerde değil de!
Oralar daha da feci; bilmekteyiz.
İki oğlan bebesi oldu bayramda Huysuz’un. Nasıl da gürbüz, sağlıklı ve yaşam dolular… Güleç’i, hani şu er doğan ve bir türlü gelişemeyen bebeciği ise geldiği yere uğurladık yakınmadan, yanmadan. Dinsayarların “Tin”, bilimcilerinse “Erk” olarak adlandırdıkları boyut nasılsa ölümsüz. Gerek bedenler, gerekse tinler, biçim değiştirip durmakta acundaki o olağanüstü denge içinde. Hele, en yetkin erklerle donatılmış olan biz insanlar, bu sunuyu yeterince yoğunlaştırdık mı, sıradan kişilerin tüylerini ürperten ölüm olayı, nasıl da sevgiliyle ‘bir’leşiş gününe dönüşüyor birden!
İslam gizemcilerinden Hasan-ı Basrî, dört kişinin sözlerine şaşakaldığını söyler dururmuş. İşte o dört kişiden biriyle, bir çocukla arasında geçen söyleşiyi şöyle aktarır o kutlu kişi:
Bir zamanlar, elinde meşale taşıyan bir çocuk görmüş, “Bu aydınlığı nereden getiriyorsun?” diye sormuştum. Çocuk, birden meşaleyi söndürüp, “Sen söyle;” demişti bana; “…aydınlık nereye gitti? Eğer sen nereye gittiğini söyleyebilirsen, onun nereden geldiğini söylerim ben de sana.”
Başka bir güzel öykü de Zen-Budacı bilge, Chuang-Tzu’dan:
Chuang Tzu’nun karısı öldüğünde, Hui Tzu ona başsağlığı dilemeye gitti. Dul Chuang yere oturmuş bir yandan türkü söylerken öte yandan da bacakları arasındaki tencereye vurarak tempo tutuyordu.
“En küçük oğlun bile koca adam olana değin birlikte yaşamış olduğunuz karın ölüyor da sen ağlamıyorsun! Bu bile sabır taşırıcı bir tutumken, üstelik türkü söyleyip tencere çalmaktasın!” dedi Hui Tzu.
“Hiç de değerlendirdiğin gibi değil!” diye yanıtladı onu Chuang; “…Ölümünden ötürü etkilenmemiş değilim. Ne var ki, kısa bir ân düşününce, onun, bu doğum öncesi durumu zaten yaşamış olduğunu kavradım. Şekile bile dönüşmemiş olan, özdek bile sayılamayacak olan o ilk durumuna döndü karım. Başlangıçta, daha belirlenmemiş bir cisimken, tine varlık eklenmişti. Sonra bu varlık özdekleşmiş, ardından da doğumu gerçekleşmişti. Şimdiyse, daha ileri evredeki bir değişimin gereği olarak öldü ve bir evrenden diğerine geçmiş oldu. Tıpkı ilkyaz, yaz, sonyaz ve kışın art arda gelişi gibi. O, şimdi sonsuzlukta uyumaktayken, benim ağlayıp yas tutmam doğa kurallarını bilmemezlikten geliş olmaz mı? İşte bu nedenden ötürü tutuyorum kendimi.”
Doğanın Seyir Defteri’ne bir göz atıp, bu mektubu da noktalayalım. Esenlik dilekleriyle.
yedimart
bilgece izlemede gülümseyerek
gözlemede bilgece yaşlı meşe ağacı
püskürtme beyaz benli
dallarını bademlerin
“biz ne bademler gördük
ivecen mi ivecen” demede sanki
“ne bademler gördük biz
coşkusundan ötürü yıkılıp giden”
ondörtmart
söylemedik mi size kayısı çiçekleri
“boşlayın bademlere öykünmeyi” demedik mi
donan bebeciklere ayazda
inceden inlemede dallarınız işte şimdi
SAFAİ