Öykünün bir ucunda aptal bir köy papazı, sıradan mı sıradan bir berber, mürekkep yalamışlığından ötürü her şeyi bildiğini sanan bir okullu, değişimlere düşman bir kâhya kadın, çıkarlarını kollayan bir yeğen, kimileyin özverili davransa da gerçekte mal canlısı bir seyis, hiçbir özelliği olmamasına karşın güzellenen bir köylü kızı ile birkaç dük ve düşes. Her toplumda var olan, Nietzsche’nin deyimiyle ‘ayaktakımı’, Mevlânâ’nın sözleriyle ‘kalabalıklar’, kısacası. O renksiz, kokusuz, devinimsiz çoğunluk…
Öte uçta, gezginci şövalyeliği ‘doğrudan yanalık ve can pahasına da olsa doğruyu savunmak’ biçiminde tanımlayan, kimine göre yarı deli, kimine göreyse bilge bir yalnız adam: Don Quijote… Geri görünümde, Don Quijote’nin saldırılarına hedef oluşturan koyun sürüleri (Sakın, koyunsu sürüler olmasın bunlar?) ve yel değirmenleri; şövalyenin deyimiyle ‘yeryüzünden temizlenmesi gereken devler’.(Tahıl mı öğütür o değirmenler yoksa erdemlerimizi, tinlerimizi, güzelliklerimizi mi un ufak ederler?)
Don Quijote, şu çeyrek aydın okulluya düelloda yenilince, köyüne, sıradanlığa, yakınlarının arasına döner. Döner de ölmeye yatar. Cervantes, Don Quijote’ye “Tiksiniyorum tüm o yaptıklarımdan.” dedirterek tinsel boyutta öldürür öncelikle onu. (Böylesi bir son yazmakla, Lemon Kontu’ndan kaç kese altın aparmayı ummaktaydı, kim bilir?) Cervantes’i de, Don Quijote’yi de bir yana koyup, gelelim Son-Kişotlar’a:
Nedir Son-Kişotluk?
İyiye, güzele, doğruya yandaş ilkeleri herkese ve her şeye karşın ödünsüz koruyabilmek, koyunsuluktan arınmayı becermek, ayaktakımının sıradanlaşmaya çağıran, bol ödüller adayan sesine kulak tıkayabilmektir kuşkusuz. Önerilen tüm bedelleri ellerin tersiyle itip, sonu belirsiz bile olsa, erdemli savaşlara soyunabilmektir Son-Kişotluk. Ve Son-Kişotlar son/suzdur. Onlar ölümsüzlüğü yakalamış kutlu tinlerdir çünkü. Çarmıhını sırtında taşırken bile kararlılıkla yürüyen yalvaç İsa ölümlülüğü alt etmiş bir Son-Kişot değil midir? Günlerce süren işkencelere karşın inançlarını boşlamayan, “Tanrım, kulların beni senin adına öldürmeye toplandılar; onları bağışla!” diyen Hallâc-ı Mansûr’u yok etmek olası mıdır? Engizisyon’ca diri diri yakılan düşünür Bruno, “Zorluklar, yalnızca alçakları vazgeçirmek içindir!” diye dört yüz yıldır haykırabilmekteyse, o soluğun ‘son’luluğundan söz etme olanağı var mı ki? Bolivya Dağları’ndan onlarca yıldır kopup da gelen bir ses, yılmaz savaşçı Che’nin sesi, sizlerin kulaklarına ulaşmıyor mu yoksa?: “Ölüm hoş geldi, safalar getirdi!”
Çoğumuzun hiç değilse adını duyduğu yalvaçları, bilgeleri, ödünsüz savaşçıları da koyup bir yana, bugünlere gelelim: Sarhoşların, parklarda yatan evsiz çocukları rahatsız etmesini engellemek için Üsküp gecelerini arşınlayan Necat kardeş bile Son-Kişotlar’ın son/suzluğunu kanıtlamıyor mu? O Necat ki divane sayılışına bile gülümser ve kimselere söylemez nöbete duruş nedenini. Kalabalıkların bakıp da göremediği ten ötesi bir tindir sanki, sezebilene yalvaçlığın gizlerini fısıldayan. Duyarsa utanacak, kızaracak, kabuğuna siniverecektir, biliriz, ama biz yine de bu sergiyi o aklar akı insan Necat Alii’ye ve yeryüzünün şurasında burasında tek tük de olsa hâlâ var olan, adlarını bile bilmediğimiz gönül adamlarına, erdem simgelerine, inanç çavlanlarına adamaktayız.
İyi ki Son-Kişotlar son/suzdur.