Temmuz 2002
DAĞLARDA BİR SON-KİŞOT(Aşağıdaki yazılar Özgür ve Bilge dergisinin 2002 yılı Temmuz sayısından alınmıştır.)
Bir an dalmışım. Kazancakis’in Günaha Son Çağrısı’ndaki gibi, yıllar sürse de bir anlık bir düş bu. “Şuur”lu, kendisini bilen insanların ülkesindeyim. İnsanlar rengârenk; tek ortak yönleri, yüzlerindeki esenlikli ve keyifli gülümseme. Telepatik iletişim konuşmayı bile gereksiz kılıyor çoğu zaman. İnsanlar ihtiyaçlarının çoğunu kendi kendilerine üretiyorlar. Para mı? Ah, evet, “Eski Çağlar Müzesi”nde sergileniyor çeşit çeşit paralar. Çöp de yok görünürde; çünkü her şey sürekli birşeylere dönüştürülüyor; her tüketim başka bir şeyin üretimi anlamına geliyor aynı zamanda. Her şey kardeşçe paylaşılıyor. Niye kimse kavga etmiyor, bağırmıyor? Reklam panoları nerede, hani televizyon? Allah’ım, ya şimdi uyanayım, ya da bırak kalayım burada, “Uykusunda öldü” desinler…
…
Evet, uyandım (ya da yeniden uykuya daldım). Safai’yle bir söyleşi yapmıştım ve “Şunu mu sorsaydım, bunu sormasa mıydım?”lar arasında dalıp gitmişim yol dönüşü, otobüste.
Safai, yıllarca önce terk eylemiş kentleri. Antalya’da işletmekte olduğu—eski bir Rum yapısını restore ederek oluşturduğu—Kaleiçi Sanatevi’nin kundaklanmasıyla “Vakit irişti” demiş, vurmuş kendini dağlara. Göller Bölgesinin oralarda bir yerlere yerleşmiş. Güneşin kıskandığı boyamalarını dağlarda, dağlarla üretiyor artık. Boyamalara fırça olmadığı zamanlarda koyunlar, kediler ya da evceğizinin foseptiğini mekân tutmuş kurbağacıklarla söyleşiyor. Kimileyin ney’e nefes oluyor, bonsailerle arkadaş kimileyin de… “Zaman” mı dediniz? Geçiniz bir kalem. Esenliktepe’de (yaşadığı yere bu adı vermiş) “görecelik kuramı” işlemiyor (bu konuda kuantum fiziğinden yardım bekleniyor).
Kentlerle bağını bütün bütün koparmamış Safai. Son iki yıldır iki kitabı yayınlanmış: Martı Jonathan’dan Yünatanmartı’ya adlı bir roman ve İncil’in Zen Gözüyle İrdelenişi adlı bir çeviri. Birçok kitap ise yayımlanmak için sırasını bekliyor. Bir de web sitesi var: www.safai.gen.tr
Boyama sergilerinin her biri belirli temaları işliyor; bu temalar sergi bildirgelerinde açıklıkla dile getiriliyor: Hallâc-ı Mansûr’dan Mevlâna’ya, Che Guevara’dan Nietzsche’ye değin birçok “Son Kişot”un sözü de var bu mistisizm ile materyalizm birleşimi bildirgelerde.
Biz sorduk, Safai yanıtladı. Gönül gözleri, gönül kulakları hâlâ kapanmamış olanlara bir çare olmak için belki…
Bir dağın başında yaşıyorsunuz. Ancak evinizde buzdolabı var, telefon var. Esenliktepe konforculuğun ve tüketim toplumunun neresinde sizce?
Hiçbir inancı körinançlılık (dogmacılık) ya da bağnazlık (fanatiklik) düzeyinde benimseyen, uygulayan, yaşam biçemi edinen biri değiliz. Bir Afrika ülkesinde yaşıyor olsaydık, buzdolabı kullanmak, telefon edinmek, gönencecilik (konforculuk) yanlısı bir davranış sayılabilirdi kuşkusuz. Buncağız, ülke koşullarından ötürü, çıtayı bir parmak daha yukarda tutmakta; ama yalnızca bir parmak… Otomobil almıyoruz sözgelimi; bedava verseler de iyelenmeyiz. Mikrodalga fırın, otomatik çamaşır ya da bulaşık makinesi falan da yok damımızda, kir sökücüler de… Külle sabun tozunu harmanlayıp, bulaşıkta, çamaşırda, yunarken işte onu kullanıyoruz. Temizlemekteyken kirletenlerden değiliz yani.
Bonsai yetiştiriciliği, meyvecilik, koyunculuk, arıcılık—bunların bakımını nerede, nasıl öğrendiniz?
Bir şeyler öğrenebilmenin üç temel yöntemi var bildiğimize göre: Okul eğitimi, usta-çırak ilişkisi ve Acunsal Bellekten (Levh-i Mahfuzdan) veriler ediniş. Görmüş olduğumuz iş dalı eğitimiyle, mimarlıkla tarımcılığın, besiciliğin hiçbir ilişkisi yok kuşkusuz. Üç, dört göbektir kentlerde yaşayageldiğimiz için, bir usta da edinemedik ki görerek öğrenebilseydik anılan işleri. Bomboştuk bu yamaçta ekip dikmeye başladığımızda. Köylülerin bilgisi ise hem çağdışıydı, hem de eksik. Üstelik ne ağacı umursuyorlardı, ne de ahırlarındaki, ağıllarındaki canlıları. Tutuculuktan ötürü yeniye karşı, sezgilerini yitirmişliklerinden dolayı da yetiştirdiklerinden, beslediklerinden uzak mı uzaktılar. Tek seçenek vardı bu durumda: Ağacı ağacın kendisinden, sebzeyi sebzeden, koyunu koyundan öğrenmek. Onlara odaklanıp gelecek olan imleri (işaretleri) görmeyi, duymayı, algılamayı becerebilmeye sıvanmak… Biz de öyle yaptık işte. Nasıl boyamaları yalnız akıp gelen renkler ve görüntüler ölçeğinde dökmekteysek beze, kâğıda; tarımcılığı, besiciliği de öyle yapıyoruz işte.
Ekolojik tarım denebilir mi yaptığınıza?
Çok mu çok zorda kalmadıkça, koyuncuklar, kendimiz ya da bitkiler için yapay sağaltıcılara yüz vermiyoruz. Gübreyse ağılımızda üreyip duruyor. Arıcıkların kovanlarına yapay petekler koymuyoruz; kendileri üretiyorlar peteklerini. Ballarında şeker yok. Sen koy gayri adını.
Doğayla barışık olduğunuz her halinizden anlaşılabiliyor. Vejetaryen misiniz?
Pek sayılmaz; yumurta, peynir yiyor, süt içiyoruz gerek duydukça. Et yemeye de aşırı soğuk bakmıyoruz, ama çok ender satın alıyoruz eti. Yine sen koy adını.
Gizemcisiniz. Hem tasavvuf var sözünüzde, hem Zen-Budist ögeler. Bu iki düşüncede de örneğin “oruç” önemli bir kavram, hattâ bir ibadet biçemi. Kimileri ise orucu bir çeşit mazoşistlik olarak değerlendiriyor.
“Beden attır, dünya ahır. Biniciye hayvan yemi ne gerek?” der Mevlânâ. Bilge Yunus, “Ne denlü yirisen çok, o denli yürüsen tok / Cana hiç assı yok, hep suret maslahatıdır” der, “Hak’tan yıgar ol seni; nen varsa vir; gider / Ne beslersin bu teni; sinde kurt kuş yir, gider” der. Anlaşılmadı? Dur bakalım; günümüz Türkçesi ile söylemeye çalışalım: “Her ne denli yersen çok, yürürsün o denli tok / Cana hiçbir yararı yok; salt yüzeysel bir iştir o.” Gelelim diğerine: “Tanrı’dan uzak kor sen ne verirsen ver, gider / Ne beslersin bu teni; gömütte kurt kuş yer, gider” biçiminde yorumlayabiliriz o dizeleri bugünün söylemiyle.
Yahu, birilerinin Yunus Divanı’nı da oturup yorumlaması mı gerekiyor ne!
Buncağızı sorarsan, günde bir öğün ziftleniyoruz. Oysa, en usta aşçıyla yarışırız nitelikli aş pişirme konusunda. Ancak “at”la uğraşıyor falan değiliz! 93’ten beri böyle bu.
Önemli bir başka neden de şu: Nice aç ver yeryüzünde. Onlar için, kendi çapımızda, iki öğün yiyecek arttırmış oluyoruz her ve her gün.
Buradaki yiyeceklerin tadına varıp da oburlaşmamak pek kolay olmasa gerek. Hiç “Azıcık daha yesem ne olacak?” demiyor mu içinizden bir ses?
Demez mi köpek? Hele yetkin bir aşçıysan; şunu, bunu alabilecek paran falan da varsa, önceleri daha bir yükleniyor İblis o yanına. Ancak, günden güne azalıyor etkinliği. Yeter ki sen diri dur, kararlı ol!
Eski bir kentli olarak kentlerde yaşayıp da bunun bungunluğunu çekenlere nasıl bir “yaşam biçemi” önerirsiniz?
Ortaokulu ve liseyi yatılı okudu buncağız. Okulun bir sağlıkçısı vardı; Baytar Necati, her sayrılananın (hastalananın) başvurduğu. Tek sağaltıcı (ilâç) bilirdi Necati: Aspirin! Necati mi buncağız ki her sayrıya iyi gelebilecek bir sağaltıcı önerebilsin? Ancak, zincirinden kurtulup sebze bahçesine dalan ve orayı hiç doymamacasına talan eden danalar gibi davranmakta çoğumuz. Masa başlarına çöreklenip ne varsa tıkıştıranlar, bir an durup düşünsünler şunu: Yeryüzünde her üç buçuk saniyede bir; bir insan açlıktan ölmekte. Birileri, sıradışı bir biçimde zıkkımlandığından oluyor bu böyle biraz da. İşte buradan duyuruyoruz öylesi kişilere: Bizler, birilerinin aşını dışkıya dönüştürdüğümüz için, her üç saniyede bir, bir insan ölmekte! Artık bunu bilmelerine karşın, yine de üç, dört öğün zıkkımlanacaklar çıkarsa, onlar için söylenecek bir tek sözcük kalır geriye: Pesss!
İlkin boğazlarına egemen olsunlar da, dahasını sonra diyelim.
“BENİNİ BOŞLAYAN SADELİĞİ YAKALAR”
Sizce sade yaşam nedir? Sadece yeme-içme ve tüketimden kısmak mıdır? Yoksa çok daha geniş ve çok daha derin temelleri mi vardır?
Sözlük anlamıyla “süsten, püsten arınmışlık” demek yalın (sade) yaşam. Sınırları da ancak öznel ölçülerle belirlenebilir sanımızca. Kimince pek mi pek yalın sayılabilecek bir yaşam biçemi (üslûbu), kimince ‘savurganlık (müsriflik), gösterişçilik ve görkeme (debdebeye) düşkünlük’ biçiminde değerlendirilebilir.
Buncağıza göre, yalınlığı belli sınır ya da çerçeveler içine alabilmek pek de olanaklı olmasa gerek. Tevratça bir söylemle, “kendine değgin (ait) olan her şeyi boşlayışa değin vardırma” işi kişi eğer yalın yaşamı erek edinmişse.
Kur’an’da da, “Yerlerin ve göklerin tümünün iyesi (sahibi) Allah’tır.” denmiyor mu? “Savurgan, Şeytan’ın kardeşidir.” denmiyor mu? Nasıl da netçe söylenmiş inananların iyelenici olmamaları! İnananların özdekçil (maddi) tutku ve istemler geliştirip bunların ardından koşarak koca bir yaşamı tüketmeleri yanlış ve yanılış değil midir öyleyse?
Asıl yalınlık, işte bu çerçevede, iyelenmeleri alt edişle başlamamakta mı? Dünyacıl istekler, tutkular ve beklentiler, ancak, iyelenme duygusu köreltilebildiğinde mi noktalanır?
Yukarıdaki dizeler, soruya soruyla yanıt veriş gibi gelebilir kimilerine. Sorusuna daha net bir yanıt gereksinenler için, sıraladığımız tüm bu sorulara yanıtımızın “Evet!” olduğunu söyleyelim iyisi mi.
Sade yaşam tarzını seçmenize etki eden sebepler neydi?
Birey yalınlaşamamışsa, yeğleyemez ki yalın yaşamayı. Yeğleyişleri, gerçekte, öykünümcülükten (taklitçilikten) öteye geçemez ki! Ancak, salt ve salt ayrıntılara da takılıp kalmamak gerekir belki birilerinin yaşamını irdelerken.
İlkin, “Safai’nin yaşamı katışıksız bir yalınlıkta mıdır?” sorusuna yanıt arayalım dilerseniz.
Belki yalınlaşmayı erek (hedef) edinmiş olduğumuz söylenebilir; ama “Budur yalınlık!” deyip de kendimizi örnek bireymiş gibi göstermenin hakkımız olduğuna hâlâ inanmıyoruz. Ne var ki, gerçekte katışıksız yalınlık, kişinin “ben”ini boşlayışıyla atbaşı giden bir olguymuş gibi geliyor bize. Gerisi, ayrıntı sanımızca. İşte buncağız bunu ülkü (ideal) edinegeldi yıllardır. Kavradığımız şu ki, kişi ‘benlik köpeği’ni ardı sıra yürütmeyi öğreniverdi miydi, dünyacıl ve özdeksel anlamda hiçbir şeyi iyelenmeye kalkışmaz, özlem edinmez, dahası değer bile saymaz oluyor.
Kağıt, kayıt üzerinde bir şeylerin – bir meyve bahçesinin, bir kerpiç evin ve o ev içindeki kimi nesnelerin – iyesiymiş (sahibiymişiz) gibiysek de, bal gibi biliyoruz ki salt ve salt ‘bekçi’siyiz onların.
Kutsamcıl (holistik) ve yalın bir yaşam biçemine yöneliş, erek değildi de bir sürecin sonucunda ortaya çıkan bir olguydu buncağızın indinde. Asal soru, varoluş nedeninin ne olduğuydu. Ardımız sıra bıraktıklarımızsa – kentler, bol kazanç, gönence (konfor) sağlayıcı nesneler, toplumsal konum ve çevremiz – gözümüzde üç paralık bile değeri kalmamış şeylerdi. Zaten değer taşımamakta olan bu şeyleri boşlamak, gerçekten de ‘boşlamak’ mıdır? Buncağız Tanrı’yı ve Tanrısallığı, dahası ‘kendisi’ni aramaktayken boşalttı olanca ‘safra’sını.
Ne kadar süredir bu tarz bir yaşamı sürdürmektesiniz? Asıl hedefinize ne ölçüde ulaştınız?
Fakirhanenin kerpiçlerini 94′ yazında kesmeye başladık. Neredeyse sekiz yıl oluyormuş!
Asal ereğimizse, katışıksız ve kutsamcıl yalınlığı, dolayısıyla da ‘bir’liği yakalayabilmek kuşkusuz. Erekten ne denli uzak olduğumuzsa sormak istediğiniz; yanıtı birkaç minik öyküyle verelim.
Köpeksilik (kiniklik) düşünüsünün piri sayılan bilge Diyojen, hani şu ahşap bir fıçıda yaşamasıyla ünlü düşünür, bir gün çocukların avuçlarını ırmağa daldırıp onları su kabına dönüştürdüğünü ve suyu öyle içtiklerini görünce, iyelendiği en son nesneyi, hindistan cevizi kabuğundan üretilmiş tasını da atıverir ötelere. Bizimse, onlarca bardağımız var hâlâ, her ne denli ‘iyesi’ değilsek de onların.
Yalınlık nere, biz nere?
Ünlü Sûfîler’den Mâlik-i Dinar’a ilişkin bir öykü vardır Evliya Tezkerelerinde. Basra kentinde yangın çıkınca, Mâlik-i Dinar takunyalarını giyip yanına yalnızca asâsını alarak yüksek bir tepeden kenti gözlemeye başlar. Kent halkından kimileri kaçmakta, kimileri eşyalarını kurtarmaya çabalamakta, kimileri de bir şeyleri kurtarmaya uğraşırken tutuşmakta, yanmaktadır. Bu görünüm karşısında “Yükü hafifler kurtuldu, ağırlar mahvoldu.” der Mâlik.
Buncağız da, yaptığı boyamaları – ahmakça – kurtarmaya çalışacaktır öyle bir olay gelse başına bugün.
Hâlâ, yükü ağırlardanız yani!
Ya şu öyküye ne buyrulur?
Râbia Hatun, çamaşır yıkayarak kazandığı birkaç dinarı bir gün bir tanıdığına verip, kendisi için bir keçe almasını ister ondan.
“Ak mı olsun keçe, kara mı?” diye sorar adam.
Birkaç saniye duraklayan Râbia, o ‘er’ kişi, parayı ilkin adamın elinden alır, sonra da Dicle’ye fırlatır atar.
“Bir keçe almaya kalkışmak bile, kafamda ikilik yaratacaktı neredeyse; caydım bu işten.” der.
Kutsamcıl yalınlık budur işte! Yoksa “Şunum olsun mu, olmasın mı?” falan oyalanmacılıktan gayrı bir şey değildir sanımızca.
Sizce sade yaşamı seçmekle insanlar ne kazanır, ne kaybeder?
Bir şeyler “kazanma” amacıyla yeğlenmez ki böylesi bir yaşam! Kazanım sonuçtur, amaç
değil! ‘Yitim’, ‘kazanım’ hesaplarıyla yalınlaşmaya kalkışacaklar, önce o benodakçı hesaplardan yalınlaştırsınlar kendilerini. ‘Bir şeyler mi yitiriveririm?’ kaygısı taşıyacak olan, baştan yitirmiş biridir zaten! Onlar, barlarda falan kafayı bulunca savlasın yalın, malın olduklarını. Belki, inanacak birilerini bulurlar kendilerine.
Bu yaşam tarzını nereye kadar sürdürme niyetiniz var?
‘Canlar canı’ olur verdiği sürece, yaşamdan ’emekli’ olana değin sürüp gidecektir bu yaşam biçemimiz, büyük olasılıkla. Belki bir gün, ‘yalın’laşıp, bir mağaraya falan yerleşebiliriz de, kerpiç bir evin, günde bir öğün yemeğin, boyamalar (resimler) yapmanın, betikler (kitaplar) yazmanın bile gereksizliğini ayrımsayıp; kim bilir. Ah, asıl önemlisi, usumuz (aklımız) olduğunu sanıp da bize danışan şu bir avuç dost olmasa! Şu bir gerçek ki, yerleşimler ‘kubur’laştı indimizde. Özdek, gereksinenlerle paylaşılması oranında işlev içermekte, “kalabalıklar” çoktan yitirdi çekiciliği ve ayrımsıyoruz ki, ‘ölü bir kedi kafası’na gün geçtikçe yakınlaşmanın esrikliğini hiçbir şeyle değişmeye yandaş değiliz gayrı.
Haydi o öyküyü de aktaralım yeri gelmişken:
Zen-Budacı bir bilge, izdeşlerinden (müritlerinden) birine sorar bir gün:
“Yeryüzünün değer biçilemeyen tek nesnesi nedir?”
Yanıtlayamaz soruyu delikanlı.
“Ölü bir kedi kafasıdır.” der Usta.
Utana, sıkıla “Neden?” diye sorar izdeş.
“Kimse alıp satmadığından, değer biçilemez ona!”
Safai’nin Özgür ve Bilge Dergisi’ne Gönderdiği İleti
Merhaba Sayın Sırım,
Derginizin bildirgesine, geçen hafta ulaşabildi buncağız. Telefonumuz ‘analog’ denen türden bir santrala bağlı olduğu için, ağiçi iletişimi evden sağlama olanağımız yok; kasabaya indikçe, ‘cafe(!)’lerdeki bilgisayarlarla falan gideriyoruz o gereksinimi.
Yanıtımız, umursamazlıktan ötürü değil, işte bu gerekçeden dolayı gecikti.
Bildirgenizin ana hatlarına bütünüyle onay vermemek olanaksız; ancak, bu yoksul da, birkaç konuda görüş aktarsın, dilerseniz.
Anamalcı (kapitalist) ülkelerde, yalın (sade) yaşamı yeğleyenlerin çoğu, gönenceye (konfora) doyuşlarının ardından, yani o türden özlemlerini neredeyse bütünüyle tükettikten sonra gerçekleştirmekte bunu.
Bir başka kümeyi (grubu) oluşturanlarsa, dinlerin gizemci (mistik) boyutunu yaşam biçemi (üslubu) edinmiş olan azizler, bilgeler, ermişler… “Dünyayı üç paraya sattım ben; yine de ederinden daha çoğunu vermiş sayılırım.” diyecek denli aşkınlaşmışların sayısı pek de bolca olagelmemiş, kuşkusuz.
Anamalcı dizgeler (sistemler), insanı soysuzlaştırmak, kendisiyle hesaplaşmayan yaratıklara dönüştürmek ve her şeyle birlikte ‘kendi’sini de tüketen obur ve doyumsuz bir ‘aygıt’a dönüştürmek için, olanca kitle ‘kirletişim’ örgenleriyle didinip duruyor! Dizgenin ayakta durabilmesi, tüketimin artmasıyla doğrudan bağlantılı, böylesi ülkelerde.
Ülkemiz gibi, sömürüden ötürü, yeterince gelişim gösterememiş ulusların yoksul insancıkları, o sömürücü ülkelerde ve sömürülenlerin teriyle gönenceye kavuşanlara özeniverdiler miydi de işin cılkı çıkıyor; dahası, ulusal boyuttaki olası atılımlar da ertelendikçe erteleniyor.
Bu kümedeki ülkelerde birileri istedikleri denli “Savurgan, Şeytan’ın kardeşidir (âyet)” dese de, bireylerin özlem ve özentilerinin dizginlenmeyişinden ötürü, umulan sonuçlar elde edilemiyor. Ekonomik dizgesini gözden geçirip köktenci değişimler gerçekleştiremeyen bu ülkelerin insanlarına her ne söylersek söyleyelim, sözlerimiz havada kalıyor. Ekmekten yoksun köylüler, cep telefonu yarışına duruyor bir güzel!
Sınıflar arası uçurum da, tüketim öykünümcülüğünü engelleyebilmek adına önemli bir açmaz olarak çıkıyor karşımıza, az gelişmiş anamalcı ekonomilerde. Bireylerin yeğleyişlerindeki çarpıklıkları sorgularken içinde yaşanılan ülkelerin dizgesel yeğleyişlerini de sorgulama gereği, sanımızca zorunluluk kazanıyor, yukarıdaki gerekçelerden ötürü.
Bildirgenizde, dizgeyi sorgulama dışı bırakmanız, önemli bir eksiklikmiş gibi geldi buncağıza.
Özgürlükler? Eyvallah.
Savurganlık özgürlüğü? En azından bu ülke insanı için ‘hak’ olmasa gerek.
Şu sınıflar arasındaki uçurum en aza – belki de sıfıra – indirilmediği sürece, birilerinin birilerine öykünerek ‘sınıf(!)’ atlamayı dolayısıyla da iyelenmeyi (sahiplenmeyi) ve tüketmeyi erek (hedef) edinmesi nasıl engellenecek, nasıl?
Yerin, göğün tümünün iyesi (sahibi) Tanrı’yken, devlet kurumları aracılığıyla kimine binlerce hektar, kimineyse birkaç yüz metrekare alan iyelenim hakkı dağıtılmaktaysa ‘tüketmemenin erdemi’nden, nasıl dem vurabileceğiz yüreği özlemlerle dolu yoksullara?
Belki de yanılıyor buncağız; kim bilir.
Başarılar dileğiyle.
Safai