Tercihini “yalın yaşam”dan yana kullanan bir ressam, Safai
“DAĞ NE KADAR YÜKSEK İSE, YOL ONUN ÜSTÜNDEN AŞAR.”
“Acımaz dağda kar
Eğilsin güneş
Dokunuşu yangın değil
Derinliğe bahane…”
Gün olup da soluksuz kaldığında “soluksuz yaşanmaz” deyip, yaşamak için gitmiş ressam Safai.. Ressam Safai; kentin ve öğretilmiş yaşamların doğal radyosunda hep “aynı” şarkıyı duymaya başladığında karar vermiş artık gitmesi gerektiğine. Şarkıda; “bizim uygun gördüklerimizi ve dayattıklarımızı öğrenin, bilin” diyormuş ikna edici bir ses, “ama kendinizi değil”… “Özgürsünüz, sorgulayın” diyormuş ikna edici bir ses “ama varoluşunuzu, yer yüzünde yer kaplamanızın amacını değil”… “Gidin” diyormuş aynı ses, havuzlu ve çok yıldızlı tüketim köylerini kastederek, “gidin ama vardığınız yer kendiniz olmasın, ürkersiniz.” Ve “tüketin kendiniz için, ama idealleriniz uğruna kendinizi değil, kendiniz için önce doğayı ve sizin dışınızda kalanları….” Safai aslında herkesin dinlediği bu şarkıyı ezberlemeyi reddetmiş ve gitmiş şehirden…. Bundan böyle hayatında azalacakların değil, kendi iç dünyasında çoğalacakların düşünüyle gitmiş yerini kimselerin bilmediği ve kendi isimlendirdiği Esenliktepe’ye…. Hoşgitmiş, SAFAgitmiş!!!
Bengül Karataş
Yalnızca masallara yaraşır bir gidişin ve seçişin giriş yazısı belki de masallara yaraşır -mış, -miş’lerle anlatılmalıydı. Son günlerde İstanbul’daki resim meraklılarının içini bir serginin heyecanı dolduruyor. Türkiye’nin ilk ressam çobanı Safai’nin boyamalarının yer aldığı Yol Koçaklamaları adlı sergide, ziyaretçiler bir iç yolculuğun ve sıra dışı bir yaşamın izlerini sürüyorlar. Safai ismini ilk kez duyanlar içinse, onu biraz daha tanıyabilmeleri için bir kapı aralıyoruz bu yazımızla:
Safai, yerini kimsenin bilmediği bir yörede tamamen ekolojik bir yaşam süren bir ressam. Ekiyor, biçiyor, çobanlık yapıyor, kullandığı maddeleri atmak yerine tekrar kullanmanın yollarını arıyor ve buluyor. Safai’nin fotoğrafçılıkla başlayıp, bir dağ evinde “Çoban-ressam”lığa varan öyküsü ise şöyle: Safai, 1971’de ödünç aldığı bir fotoğraf makinasıyla fotoğraflar çekmeye başlıyor. 73 yılında yaşadığı il olan Konya’da ilk kişisel sergisini açıyor. Yüksek öğrenimini bitirdikten sonra Amerika’ya gidiyor. Derken evlilik, çocuk-çoluk.. Kendi deyimiyle “uzun bir duraksama evresi” yani… Türkiye’ye döndüğü 1980’li yılların ikinci yarısında Grup:A adında bir fotoğraf amatörleri kümesi oluşturuyor Safai Antalya’da. Ardından aynı kentte ilk fotoğraf amatörleri derneğinin(ANFAD) kurulmasını üstleniyor birkaç arkadaşıyla. Üç yıl sonra azad ediyor kendini ANFAD’la ilgili çalışmalardan. Sonrası; Devlet Fotoğraf Sergisi’nde (II. ya da III.) siyah beyaz baskı dalında birincilik, yarışmalı sergilerde ödüller ve konulu saydam gösterileri…
Safai 80’lerin sonunda Kaleiçi Sanat Evi’ni kuruyor. Bu, Antalya’da fotoğraf alanında nitelikli ürünler verilmesi adına yeni bir dönem oluyor. 92’de sanat ve kültür etkinliklerinin bir arada yürütüldüğü sanat evi kundaklanıyor, çoğu arşiv ve malzemeler kül oluyor bu yangın sonrası. Fotoğraf alanında yeniden bir düzen kurmanın zorluğunu hissettiği günlerde başlıyor Safai boyamalarına. 94’te ise Ankara’da bulunduğu bir sırada, Antalya’daki evini sel bastığını öğreniyor ve “vardır bunda da bir hayır” diyor fazla önemsemeyerek. Sel baskını sonrası kurtarılan saydamların suyun etkisiyle değişim gösterdiğini görüyor ve 1996’da “Ebruli Saydamlardan Özgün Baskılar” adlı sergiyi açıyor. Safai’ye göre saydamların uğradığı bu değişimler aslında Tanrısal izler ve mesajlar taşıyor.
Sonra mı? Ressam Safai tam olarak neresi olduğu bilinmeyen ve adını kendi koyduğu Esenliktepe’de kuruyor yaşamını. Boyamalarına orada devam ediyor. Kitaplar yazmaya, çeviriler yapmayı sürdürüyor bu “yalın yaşam”ında. Türkiye’nin ilk ressam çobanı Safai ile sürdürdüğü yalın yaşam üzerine yaptığımız söyleşi, “dışardan nasıl görünüyoruz acaba?”nın da cevabı niteliğinde.
Birileri kendine ait olmayanı yağmalarken; birileri ait sanırken kendini sonsuzluğa; birileri sahiplenme gafletine düşmüşken ezelden sahipli evrenin köşe bucağını, siz kendinizi dışında mı bıraktınız olan bitenin, yoksa içine mi düştünüz tam olarak “yaşamak” denilenin?
Hem ilki, hem de ikincisi! ‘Olan, biten’lerin ‘olan’ bölümü içinize sinmiyorsa, yani onlar ‘olmaması gerekenler’ kümesindense ve ‘biten’lerin de hiç değilse sonuna yetişmeye kararlı biriyseniz; o zaman, rahatça, “Ben oynamıyorum!” diyebiliyor ve kendinizce ‘yaşamak, yeni- den ve kesintisiz doğmak’ tanımına uygun bir varoluş biçeminin (tarzının) tam ortasına kuruluveriyorsunuz.
Bizim bilmediğimiz bir iklimde, bilmediğimiz bir hayat sürüyorsunuz. Ya öncesinde ne var bu hikayenin? Böyle bir yaşam biçimi edinmek için, gözünüz bizim görmediğimiz ne gördü, ne söyledi hayat size? Bu kararı vermenizde en önemli etken neydi?
Neler yok ki! Nice körebeler ve körebelikler, köşekapmaca tutkunlarının sabuk sidik yarışlarına katılmayışlardan ötürü sözde yitirilen nice kalp madalyalar, oynanagelmiş bütün sekseklerde-inadına çizgilerin tam ortasına ortasına basışlar, bir de dizgeye (sisteme) karşı direnmekten ötürü gelişmiş kaslar, ayrık yolmaktan dolayı patlamış parmaklar, sağırlara üflenegelmiş kavallar nedeniyle su toplayan dudaklar… Birkaç kişi bizi gereksiniyormuş diye fazladan yiten üç-beş yıldan sonra art arda gelen işyeri ve konut yangınları, sel baskınları, derken hırsızlıklar… Ne var ki o süreçte koskocaman bir el hep ve hep ‘git’ işareti yapmadaydı ve o eli görebilecek denli açıktı gözümüz.
Öylesine çok belirti gelmişti ki herşeyi boşlamamız için, gayrı “Seni sultan edeceğiz.” bile deselerdi, tutamazlardı bizi yerimizde. Onca -sözde- yitimi sunmakla, Tanrı’nın buncağıza karşı çok mu çok cömertçe davrandığına inanmaktayız. Meğer ‘duymasını bilen için, yerin göğün tümü söz’müş.
Yapılan İşin Kendisi Olabilmek!
Şu an hayatınızı sürdürmek için gereken besinlerinizin neredeyse tümünü kendiniz yetiştiriyor ya da üretiyorsunuz bildiğimiz kadarıyla. Bunun için gerekli ön bilgi ya da el alışkanlığını nasıl edindiniz? Kent kökenli biri olarak “topraktan destek almak” zor olmadı mı?
Üç-dört göbektir topraktan kopuk insanların oluşturduğu bir soydan buncağız. Kentleri boşlamaya karar verdiğimizde de, çiftçilik ya da besicilik yapmak üzere çıkmamıştık yola zaten. Bir evlik falan bir yer ararken, bu yerleştiğimiz tarlayı uygun gördü bize sevgili Tanrı. Boş koymak olur muydu bunca yeri? Sebzeydi, meyveydi, ekip dikiyoruz işte… Sebzelerin niteliklerini sebzelerden öğrenmekteyiz dokuz yıldır. Ağacın olası bir derdini, dalı anlatıyor. Kendileri tanımlamayacak olsa, kimden öğrenecek de doğurtmayı becerebileceğiz koyuncukları… Köylüler öylesine sevgisizce yapmaktalar ki işlerini. Tarımcılar o denli bananeci ve veterinerler o denli umursamaz ki genelde. Şu kocaman ilin tarım müdürü “En teknik tarımcı da besici de sensin.” deyince dehşete kapılıyoruz. Peki, ne yapılıyor bu ülkede bunca yıldır o zaman?
İşin gizi, ‘işi yapan’ ile ‘yapılan iş’ arasındaki ikiliği ortadan kaldırmakta ve ‘yapılan iş’in ta kendisi olabilmekte yatıyor. Yani ‘ben’ini boşlayıp ağaçla ağaç, koyunla koyun, sebzeyle sebze olacaksın ki ayrımsayabilesin onların dertlerini. Biraz da teknik bilgi sağlayacağın türden betikler (yazılı olan şey, kitap) karıştırdın mıydı, sorunlar sorun olmaktan çıkıveriyor.
Ressam-çoban olarak anılıyorsunuz. Koyunlarınız var… Ya çobanlı ressamlar ve diğerleri? “Yalın hayatı savunuyorum”la başlayan fikir atölyeleri? Yalın hayatın içinde biri olarak, dışardan birilerinin bu kavramı bile karmakarışık hale getirip, sistemleştirme çabaları rahatsız ediyor mu sizi?
Ne güzel bir terim olmuş bu böyle: Çobanlı ressamlar! Yaşamlarını anamalcı dizgeye (kapitalist sisteme) bağımlılayarak dizgeden pay kapmaya çabalayan kimi boyarların çobanları, onların boyamalarına ilgi duyacak, boyamalarını satın alacak kişilerdir. Alıcı kesim, bir boyarın herhangi bir biçemini ya da konusunu beğeniverdi miydi, adam ya da hatunda hiçbir başka biçeme yönelme oluru vermez gayrı.
Buncağız, ‘çobansız-boyar’ olabilirliğini sürdürebilmek için, bir biçem ya da konuya alıcı ilgisi arttı mıydı, hemen boşluyor onu. Pek de iyi ediyor; almayan almayıversin! Gelelim sorunun ikinci bölümüne: Yalın bir yaşam biçeminin gereğine gerçekten inanan bir kesim, son yıllarda ülkemizde de oluşmaya başlamış anlaşılan. Dizge, bu gencecik oluşumu, öğütmeye ya da kendisinin bir parçası yapmaya çalışacaktır kuşkusuz. Bugün ‘dışarıda’ olanların bir bölümü, gün gelecek, ‘içeride’leşmeye gerek duyacaktır sanımızca. İyi niyetli, yol, yolak arayan kişiler olduklarına inanıyoruz. Karmaşalar ve pusluluklar, süreç içinde durulup berraklaşır kendiliğinden.
Şu anda insanlarla iletişiminiz ne şekilde ve nasıl gelişiyor? Bir şeyler anlatma çabanız var mı, yoksa sürdüğünüz yaşam başlıbaşına bir mesaj olarak iletiliyor mu zihinlerin posta kutularına?(Bizim sizi duymamız gibi…)
Nexum-Boğaziçi isimli bir internet şirketi, dört yıldır buncağız için ‘ www.safai.gen.tr ‘ adresli bir sanal-doku yöresi düzenlemekte ücret almaksızın. Bir dostumuzsa atmak üzere olduğu bilgisayarını verdi buncağıza da; böylece ‘ esenliktepe@yahoo.com ‘ adresine ulaşan iletileri yanıtlayabiliyoruz bilgisayar çalıştıkça. Sergi, söyleşi benzeri etkinlikler oldukça, gerek duyanlarla yüzyüze görüşmeler gerçekleşiyor. Her ürünümüzle, bir şeyler anlatmaktayız ister istemez; ama bunu bir ‘çaba’ biçiminde değil de sınanagelen bir yaşam yönteminin doğal sonuçları olarak değerlendirsinler isteriz. “Ayinesi iştir kişinin; lafa bakılmaz!'” demiş eskiler. Bizse bir adım öteye gidip, “Yansıması işi mişi değil, ‘oluş’udur kişinin” diyoruz. ‘Oluş’ta, 24 saat boyunca bir süreğenlilik vardır; ‘iş’teyse, başlayıp bırakışlar… Kimi zorlanmalar, kazanç benzeri erekler, üretim zorunlulukları…
“Dağ Ne Kadar Yüksek İse, Yol Onun Üstünden Aşar.”
“Katışıksız bir yalınlık” nedir sizce? Siz bu yalınlığa erişebildiniz mi? Teknoloji bu yalınlığı bozmada ne kadar etken? Siz teknolojik aletlerle ne kadar yakınsınız?
Zen-Budacı Ryokan’ın kulübesine giren bir hırsız, çalacak hiçbir şey bulamaz. O sırada kulübeye dönen Ryokan; “Madem beni görmeye geldin, bari elin boş gitme; şu üstümdeki giysileri armağanım say!” der ve çıkartıp verir onları hırsıza. Şaşkınlık içinde kalan hırsız, giysilerle gitmekteyken, Ryokan, çırılçıplak oturmuş, ayı izlemekte ve “O yoksul adama, şu ayı vermeyi nasıl da isterdim.” demektedir kendi kendine. Katışıksız yalınlık, işte budur! Dememiz o ki yalınlık düşünü de, tinsel (ruhsal) boyutta, yaşama bakışımızdaki açıda gerçekleşmedikçe, kof bir özenti ve geçici bir yansılamadan (taklitten) öte geçemez. Bu denli yalınlaşmışların yanında, adı mı okunur Safai’nin? Nice engelleri var onun önünde daha. Ancak o yolun yolcusuyuz ve Yunus’un dediği gibi “Dağ ne kadar yüksek ise, yol onun üstünden aşar.”
Geldik teknoloji konusuna: Teknolojiye karşı falan değiliz. Teknolojiye karşı olmak, yamyamlıktır, çağdışılıktır. Biz, teknolojinin ‘insanı’ kullandığı alanlara bir set çekmekteyiz kişisel yaşamımızda. Hiçbir zaman televizyon sokmadık evimize sözgelimi. Hiçbir zaman araba edinme isteği duymadık. Hiç kredi kartı edinmedik. Dizge, buncağızı marka manyağı da edemedi, savurgan da tüketken de.
Bedeni hoş tutmanın en önemli amaçmışçasına algılandığı ve tüm göstergelerle bu bilginin beynimize yağdırıldığı günümüzde, damak zevkini bile reddettiğinizi biliyoruz. Nedir bedeninizin amacı, görevi? Varoluşunuzu temellendiren “parolanız” ve sadece kendinize ait olan hayat felsefeniz nedir? (-izmlerden arınmak da amaç mı sizin için?)
Son on yıldır, günde bir öğün yemek yemekteyiz; ama yaptığımız yemekleri, sekiz-on yıldızlı otel lokantalarının aşçıları bile beceremez. Pişirdiğimiz yemeğin bile ta kendisi oluyoruz onları pişirirken. Su götürmez bir damak tadı ölçeğimiz var yani. Sebze ve meyvelerin çoğunu kendi tarlamızda ve alabildiğine doğal bir biçimde yetiştiriyor ve bedene zehir depolamıyoruz. Ciğerlerimizde, havanın en hası dolaşmakta. Kerpiç, toprak sıva ve ahşabın olumlu erkini ta kemiklerimizde duyumsuyoruz. Kulaklarımızı katışıksız sessizlikle yıkıyor, gözlerimizi, yapay ve yapmacıklı kişi ve ortamlardan ırak tutarak keskinleştiriyoruz. Buraları yeğlerkenki asal amaç diri, sağlıklı ve dinç olmak değil idiyse de sonuçlardan biri de işte bu! Peki, bedeni umursadığımız söylenebilir mi? Gerek kalmıyor ki! Rûmi, “Beden attır, dünya ahır; biniciye atın yemi ne gerek!” der ya, bizim asal ereğimiz de biniciyi yani tini yetkinleştirmek. Beden, tine yani o erke geçici bir süre için kılıflık etmede. Tin, diri, devingen ve net bir erekten yana yöneldi miydi, kılıf da genç kalıyor. ‘Parola’ sormuştunuz; değil mi? Yalvaç Mustafa’nın hoş bir sözü var: “‘Tanrı huyu ile huylanınız.” İşte asal ereğimiz bu bizim de.
Yaptığınız boyamalar ve resimler için kullandığınız malzemeleri de kendiniz mi elde ediyorsunuz doğadan? Resim yapmaya bu yalın hayat sürecinde mi başladınız? Yoksa bu sizin eğitim aldığınız konu mu?
Boyamaların altlıklarını, bez ya da kartonda katmanlar oluşturarak kendimiz hazırlamaktayız; ama boya olarak en kalıcı ve çağcıl ürünler yeğleniyor. Solmamalılar süreç içinde. Bir sürü para verenler çıkıyor onlara. Kentteyken de ufak tefek boyarlık girişimleri olmuştu. Seller, sular gibi akıp gelen desenleri, renkleri, doku ve imgeleriyse kalabalıkları boşlamanın ardından yakalayabildik. İyi ki…
‘Eğitim’ sözcüğü, kendi içinde, salt sözcük olarak bile ‘eğmek’ ve ‘itmek’ fiillerini barındırmaktayken, kavram olarak da pek ‘hayırlara’ gebe değilmiş gibi geliyor. Hele görsel sanatlarda! Boyarlık konusunda bir yerlerde birilerince ‘eğilmiş’ ya da ‘itilmiş’ değilsek de mimarlık öğrenimi görürken, tasarım, renk, ışık-gölge falan öğretmişti öğretmenler.
Fotoğraf çekerek başladığınızı sandığımız sanatlı günlerinizde, şimdi fotoğrafın yeri ne? Boyamalarınızdaki içeriği belirlemede “kulağınıza fısıldayan” kim, ya da ne?
Önceki yanıtlardan birinde andığımız yangınlar ve sel baskınları sonucunda aygıtlarımız da belgeliklerimiz (arşivlerimiz) de kullanılamayacak duruma geldi. Üstelik ürünle üreten arasına nice aygıt ve işlem girdiği için, fotoğrafçılıkta, özlenen doyuma ulaşamıyordu bir türlü buncağız. Yeniden makineler, objektifler, karanlık oda aygıtları edinme sevdasına düşmedik gayrı. Boyamaların ortaya çıkış serüveninme gelince: Konu kapsamı, olanca netliğiyle oluşmakta beynimizde ilkin. Ayrıntılar bile hiç taslak, desen falan gerekmeyecek denli belirginleşti miydi, biçim ve biçem de kendiliğinden çıkıyor ortaya. Rûmi ile neredeyse yaşıt Hıristiyan bir gizemcinin, Meister Eckhart’ın bir savı var: “Yapmakta olduğunuzdan ‘kendi’nizi dışladığınız oranda, Tanrı, onun yapımını üstlenir.” der. İşte öylesi bir şey yaşanıyor sanki o evrede.
“Kirlenmemişliklerde, Tanrı’ya Daha Net Tanık Olabiliyor İnsan”
Kitaplar yazan, çeviriler yapan biri olarak kitap ve mecmuaları takip ediyor musunuz? Toplumsal değişimler ve gelişmeler sizi etkiliyor mu?
Betik edinme açısından bir sıkıntı yaşamıyor buncağız. Birkaç dost, hoşlarına giden, dikkatlerini çeken yayınları ya gelirken getiriyorlar ya da kasabaya gönderiyorlar; indikçe alıyoruz onları. Dergi ve gazetelerse, gelene dek bayatlamış oluyor. Eskisi denli gereksinim de duymaz olduk nicedir, süreli yayınlara! Toplumsal değişimlerden, dağın kayaları bile etkilenmekteyken, Safai’nin etkilenmemesi olanaklı mıdır? Buralara yerleşmeyi yeğleyişimizin asal nedenlerinden biri de geometrik hızla artan kirlenmeler, kokuşmalar değil mi! Yeryüzünde her ve her bir saatte bin dolayında insan salt açlıktan ölmekte iken günde iki öğün zıkkımlanamamak sessizce de olsa ilkeli bir tepki değil midir! Ondört milyon insanımızı günde bir dolar ya da altında bir gelirle yaşamaya zorunlu kılan bu anamalcı dizgeye karşı, gürültüsüzce, yalın, net ve yaşam biçemi edinilmiş bir tepki göstermiş olmuyor muyuz tüketmemeyi, yetenle yetinmeyi yeğleyerek! Ne edelim; sokaklara çıkıp da haykıralım mı “Bennn şunu şundan dolayı yapıyor, bundan ötürü ediyorum. Haydi sizler de…” falan diye? Gözleri olanlar görür, gri hücreleri yetenler ayrımsar nasılsa!
Ekolojik bir yaşam sürüyor, doğaya ve doğanın oluşturduğu dengeye inanıyorsunuz? Doğallığa olan bu tutku niye?
Yalınlığı yeğleyişin olağan bir sonucu sanımızca bu doğa içre ve doğal yaşam biçemi. Kirlenmemişliklerde, Tanrı’ya daha net tanık olabiliyor, canlı, cansız herşeyle daha katışıksız bir sevişlik yaşıyoruz.
Sergileriniz için kente geldiğinizde dilinize gelen ilk cümle ne oluyor? Neler düşündürüyor size bu akış?
“Tanrı’m; sen artır sabrımızı!” diyoruz daha otobüse binmekteyken. Ortada bir ‘akış’ falan yok ki oralardan uzak biri için, ‘kokuş’ var, ‘çürüyüş’ var. Neyse ki bunlara olabildiğince direnen, bir çıkış yolu arayan, bir umar yöntemi bulmaya çalışan kişilerle de karşılaşıyoruz da, “Herşeye karşın, boşuna olmadı gelişimiz.” diyerek dönüyoruz geri.
Aralık ayı sonunda açtığınız ve Ocak ayı içinde de devam eden “Yol Koçaklamaları” serginizin belirli bir teması var mı? Resimler halk şiirindeki koçaklamanın görsel hali mi?
Koçaklama, biliyorsunuz, halk yazınında yiğitlikleri, hakça savaşları ve yiğitleri öven bir özün (şiir) türüdür. Asal hakça savaşımsa, buncağıza göre, kişinin benliğine karşı açıp yürüteceği savaşımdır. Sergi bildirgesinde de altını çizdiğimiz gibi, kimileri için bir varlık nedenidir o savaşım ve üstgerçeğe yöneliş. İşte o yolun yolcularına -onlar gereksinmese de – biz de boyamalarımızla bir koçaklama, bir yiğitleme düzelim dedik.
Safai’den Yol Koçaklamaları
Ressam Safai’nin Esenliktepe’de yaptığı boyamalarından oluşan “Yol Koçaklamaları” adlı Akrilik Boyama Sergisi 29 Aralık 2003 – 16 Ocak 2004 tarihleri arasında, Ziraat Bankası Tünel Sergi Salonu’nda görülebilir.
Adres: Müeyyet Sk. No:1, Tünel Beyoğlu / İstanbul
Tel: (0212) 251 4248