“Kıskandılar kardeşleri, babalarının onu kendilerinden daha fazla sevmesini…” der eski kutsal betikler; “…kıskandılar da bir susuz kuyuya attılar çölde.” Yusuf’u o kör kuyuda bırakıp gider kardeşler. Derken, oralardan geçen bir kervandan birileri bulup Yalvaç’ı kuyudan çıkartır da satıverir Firavun’un bir askerî birlik komutanına. Sevdalanır Yusuf’a karısı Komutan’ın. Çoğu saraylı kadın, görür görmez vurulur Yusuf’a birer birer. İyi, hoş da, babası Yusuf’u çok sevdiği için mi sevdalanır niceleri Yalvaç’a? Yoksa Yusuf’un tini, dirim kazanıp ışığa, yoğunlaşıp aydınlığa mı dönüşüvermiştir, kiminin vurulduğu, kiminin çekemediği?
Olası ki Yusuf’a değil, yoğun dirime düşmanmıştır o kardeşler.
“Yalvaç İsa dokundu mu devinirdi kötürümler; ölüler dirilirdi; görür olurdu görmezler; duymazlar duyar…” diye anlatır Matta, Markos, Luka, ve de Yuhanna. Hiçbir çatışkısı da olmamıştır İsa’nın, döneminin egemeni kişilerle gerçekte. Üstelik bilmez İsa özündeki gizil gücü, neden onca insanın geldiğini ardısıra. Çevresinde olmakla dirim kazanıveren nice tinsel kötürüm, erk yoksunu nice kör, o gerçek inmeliler, Yalvaç’ın sunduklarını özlerinde var olan erkle harman edip de dirlik kazanmak varken, değer bilmezce davranır, dibi delik testi gibi yitirirler pek kolayca. Her ve her ân doldurmakla yükümlüdür sanki İsa o sözde hayranlarının kolayca tükettikleri dirimsel erkle onları! Ne kerte kötürüm ve görmez, ne denli sağır ve ölü olduklarını sezenler, nefret ederler İsa’dan.
Onlar ki düşmandır dirime, yok edilmelidir Yalvaç. Satmakla kalmayıp onu kolayca egemenlere, yitiverir tümü de kıvranmaktayken İsa.
Ya Hüseyin bin Mansûr? Mekke’de bir taş üstüne oturup da günler boyu devinmeksizin Kâbe’ye odaklanacak kertede tenden sıyrılan biriyle alıp veremeyeceği nedir kalabalıkların? “Benlik kalmadı bende; her ne varsa bu ten içre, salt sensindir ey Tanrı.” diyen birinin sözleri neden rahatsız eder günde bin kez Tanrı’yı anmalarına karşın esenliğe eremeyen dirim yoksunu kulları? Öldürülürken bile nasıl da sıradışı bir erkle donatılmış olduğuna ilişkin belirgin imler verir bilgeler bilgesi Mansûr: Kopartırlar ellerini bileklerinden ermişin. Akan kanı kollarına sürmeye başlar Mansûr. “Ne yapıyorsun?” diye sorar ahmak izleyenler; salt izlemekle kalan o binlerce yıllık körler! “Aşkla kılınan namazın aptesi kanla alınır.” olur yanıtı Mansûr’un.
Bönlerin düşmanlığı, kendi kanıyla aptes alabilecek denli tinini yoğunlaştıran her yetkinedir gerçekte.
Sokrates’in ölümüne karar veren yargıçların tutanaklarında geçen gülünç gerekçelere inanmak hakça mıdır? Nelerdir o ustaya ölüm cezası veren erki ketli yargıçların somut suçlamaları? Tanrı’nın çok değil de tek olduğunu savlamak ve gençlerin – ne demekse – beyinlerini yıkamak! Asal gerekçeyi ise Platon’un satırları arasında buluruz. Bakın neler demektedir Sokrat’a Aristedies: “ Hiçbir zaman bir şeyler öğrenemem senden ben; sen de bilirsin bunu; ama yine de seninle aynı evin içinde bulunduğum ânda, günde, ilerleme gösterirdim. Aynı odada olduk mu daha fazla ilerliyor, eğer yüzüne bakarsam daha da ilerliyordum. Benim en çok gelişim gösterdiğim ânlarsa, senin yanında oturup sana dokunabildiğim, sokulduğum ânlardı. Yitti oysa şimdi bütün o güzelim yetilerim.”
Nasıl da netçe ortada yargıçların gerçekte neye düşman oldukları!
Mevlânâ, Tebrizli Şems’le benzer şeyler yaşamasa, aylarca hiç çıkmadan durur muydu bir hücrede? Şems ki bir yerden bir yere, onca kısa sürede nasıl beceriverir de ulaşırdı; us ermezdi. Zaman ve uzam ötesi yolculuklar yolcusuydu: Sabah Halep, öğlen Mekke! Böylesi yetkin birini canından etmeselerdi, ne de rahatsız olurdu o sığ, kupkuru tinleri Şems’i öldürenlerin!
Düşmandı dirime onlar! Ölmeliydi Tebrizli ki can alıcı akbabalar kendilerinden daha yetkin birine tanık olma ezinciyle uykusuz kalmasınlar.
Duydunuz mu hiç adını Giordano Bruno’nun? Engizisyon yargıçları, Yüce İsa adına ( ! ) tam dokuz yıl yargılayıp sonra yaktılar ateşte o görkemli bilgeyi! Ne miydi yakılmasını gerektiren asal suçu? “Evrende her parçacık hem evrenin hem ‘can’ın bütün niteliklerini taşır.” demiş olmaktı. “Havakürede bile, Tanrı’nın can verdiği evrensel bir tin gezinir, ki o tindir ta kendisi Tanrı’nın.” demiş olmaktı! Kızmaz mıydı Tanrı’yı kiliselere kapatıp onun, salt kilisede aranmasına olur vermiş olan rahipler böylesi düşünülere? Peki, eğer ki Bruno andığı evrensel tine tanıklık etmeseydi, savunabilir miydi bu savını yanana dek? O tanıklık içinse yetkinlik gerekirdi; erkin yoğunlaşması ve dirim kazanması… Eğer yargıç-rahipler Bruno’da boylanan dirimi kıskanmasalar elini kolunu iple bağlayıp da ateşte yakarlar mıydı onu?
Düşmandı dirime onlar; Bruno kül olmalıydı!
Bruno’yla neredeyse yaşıt bir başka bilgenin derisini yüzdüler, “Ben Hakk’ım!” dedi diye. Oysa o da Mansûr gibi, “Ben yokum; salt sen varsın.” demek istemekteydi. Erinmezdi dökmekten söze yaşadıklarını: “Sığsa bile bana iki evren ben evrene sığmam. / O uzamsız cevher benim; sığmam varlık uzamına…” Eller Tanrı’yı ayette ararken Nesimî harfte arayıp da bulmaktaydı. Ne bu yetkinliğe ne de böylesine dirim dolu bir canlının varlığına göz yumardı o günlerin tinsiz, erksiz mollaları. Söylence odur ki Seyyid, yüzdükleri derisini alıp kolunun altına, tam oniki kapısından birden çıkar Hakep’in. Kentlerinin sınırları ve vebalı tinleriyle baş başa kalacaktır bin ve onbinlerce yıl oysa dirim düşmanları.
Dirime düşman olanlar, ancak bir kağıtta kara, kapkara bir leke olarak, bir boyamada yılansı bir biçimde yer alırlar. Oysa Yusuf sevda ile, İsa sunduğu erkle; Mansûr canını verip ödün vermeyişiyle anılagelmekte hâlâ… Şems yol gösteriyor üstgerçeği arayana… Yılmazlıktır Bruno ve Nesîmi sınırsızlık.
Kulağı olanlar duysun; görsün gözleri görenler!