Gerek ’93 Resimleri, gerekse ‘Acunsal Erk’ten Yansımalar’ adı altında izleyicilere sunulan boyamaların sergi bildirilerinde önemle vurgulanan bir savımız vardı: O boyamaları buncağızın değil, acundaki bir erkin yapageldiğini söylemiş, ‘ben’den soyutlanabildiğimiz oranda sağlıklı, verimli bir fırça’ya dönüştüğümüzün altını çizip durmuştuk. “Hallaç” demiştik, “Mevlâna” demiştik, “İsa, Muhammed, Eckhart, Suzuki” demiş, onların sözlerinden alıntılar yapmıştık. Söylediklerimiz, duyulmamış şeyler değildi; yaşamakta olduğumuz aşkınlıklar da.
Ne var ki izleyiciler boyamaların gerçek kaynağını buncağızın tanımladığı gibi tanımlamamaya kararlıydılar sanki: “Mimarlık geçmişinize dayanan…” diye başlayan uzun tümceler kurarak, savımızı çürütmeye çabalamaktaydılar. Oysa mimar O’ydu; buncağızsa yalnızca bir kalfa… “Bunca yıllık sanatsal birikiminizin dışavurulması…” gibi yargılarla, kolaycı ve usçuluklarına yatkın bilgiçlikler taslamaktaydılar. Zamanlar-üstü niteliği ve uzamlar-ötesi özelliğiyle şavkıyıp duran o ‘Acunsal Bellek’ yanında kişisel birikimlerin sözü mü olurdu? “Bu denli alçakgönüllülük de biraz fazla değil mi?” diyenlerin pohpohlamalarına kulak kabartacak olsaydık, gelip yüreğimize bağdaş kuracaktı iblis; bağdaş kurmakla da kalmayacak, “Benn, benn, benn…” söylemine bu yoksulu da araç ediverecekti.
Sergilerdeki boyamalarımızı gören izleyiciler ne düşündü, neyle değerlendirdilerse, düşündüler değerlendirdiler. Onun içindir ki, hükümler verip kalemlerini kırmadan önce bir de bu özgünbaskılara gözatsınlar, diyeceklerimize kulak olsunlar istedik.
Özgünbaskıya dönüştürülen bu saydamları çeken de, kesip çerçeveleyen de, saydam çantalarına yerleştiren de buncağızdı kuskusuz. Ama çantalara konulanlarla, evimizi basan selin ardından o çantalardan çıkanlar aynı saydamlar değildi! Kente ve evimize döndüğümüzde, selin tüm evi, özellikle de saydamlarımızı sarmalayıvermesine üzülen dostları sakinleştirmeye çabaladık durduk: “Bu selde bile bir ‘hayır’ vardır” dememizden ötürü,” “Olan usunu da yitirdi!” diye kurmaktaydı dostlar; sezinlemekteydik.
Neden sonra bir gün açtık çantaları.
Çiçekleri görüntülediğimiz saydamlarda usötesi nakışlar tomurcuklanmıştı! Kelebek görünümü içeren saydamlar, kelebekleri kıskandıracak renklerle bezeliydi! Likya yıkıntılarından, yaşam fışkırmaktaydı, yaşam!
Günbatımlarını belgeleyen duyarkatlar, evrenin gizlerini fısıldamaktaydı kulaklara! İlk coşkuyu atlatışın ardından, kendi kendimize bağırdık bir güzel: “A şaşkınlar, kekemeler, tinsel kabızlar, aymamışlar; bunları da mı, bunları da mı buncağız boyadı?”
Yanıt veren olmadı.
Sonra oturup, iyice ağladık. Tanımlara sığmayan böylesi bir sunuyu hakedecek denli arınmamıştık ki daha! Aşılması gereken nice yol vardı hala önümüzde; yüreğimizde, paklanması zorunlu ne kirlerimiz vardı daha. Yine de o güzeller güzeli, kapılarını buncağıza açmıstı işte…
Kurulayıp gözlerimizi, bize boyarlığı bir iyice belleten ‘Yüce Tin’e, o ustalar ustasına gülümsedik kucaklar ve gönüller dolusu. Eckhart, zamanı ve uzamı aşmış, kulağımıza fısıldamaya durmuştu öğretisini: “Yapmakta olduğundan ‘kendi’ni dışladığın oranda, Tanrı onun yapımını üstlenir…”
Haddimiz olmayarak, bir eklemede bulunduk bilge Eckhart’ın sözlerine: “Yapmakta olduğundan ‘kendi’ni dışladığın oranda Tanrı hem onun yapımını, hem de eskiden yaptıklarının düzeltmenliğini üstlenir.”
Yeniden ve yeniden, “Bunları da mı…?” diye sorduk kendi kendimize. Yanıt, Richard Bach’tan
geldi: “Hiçbir şey raslantı değildir!”
1995, Temmuz
Safai